Ayrıntılı Konu Bilgileri
Sayfa BaşlığıKonu: Tarihimize Ait İlginç Olaylar
Mesaj SayısıMesaj Sayısı: 0 cevap var
OkumaGösterim: 1565
Google Özel Arama

Gönderen Konu: Tarihimize Ait İlginç Olaylar  (Okunma sayısı 1565 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

    sevdaligul

  • Administrator
  • *

  • İleti: 13121
  • Nerden: Konya
  • Rep: +6511/-0
  • Cinsiyet: Bay
  • GüLe SeVDaLı Bir GeNç
    • MSN Messenger - sevdaligul@gmail.com
    • Profili Görüntüle GüLe SeVDaLı BiR GeNçLiK
  • Çevrimdışı
Tarihimize Ait İlginç Olaylar
« : 28 Eylül 2010, 21:21:04 »


 

Reşad Ekrem Koçu araştırmaları sırasında görebildiği belge ve kitaplarda yazılı olan bazı olayları “garip” olarak algılamış, değerlendirmiş ve bunlardan bir bölümünü bir araya getirerek, hoş bir popüler tarih kitabı hazırlamış. Varlık Yayınevinden çıkan kitabın yayım yılı 1952, Tarihimizde Garip Vakalar adını taşıyor.


Resimlerin Görüntülenmesine İzin Verilmiyor. Üye Ol ya da Giriş Yap

Resimlerin Görüntülenmesine İzin Verilmiyor. Üye Ol ya da Giriş Yap

Resimlerin Görüntülenmesine İzin Verilmiyor. Üye Ol ya da Giriş Yap

Resimlerin Görüntülenmesine İzin Verilmiyor. Üye Ol ya da Giriş Yap

Kaynak:
Reşat Ekrem Koçu
Osman Gazi'den Atatürk'e 600 yılın Tarih Panoraması (1955), Syf 72
Cumhuriyet Gazetesi Eki


Sunuşu, önsözü olmayan çalışmanın sözünü ettiği ilk “garip vaka”, gerçekten garipsenmeyecek gibi değil. Bilmiyoruz başka yerlerde de görüldü mü ama, bu “başka yerlerin” sayısı da çok fazla olmamalı. Reşad Ekrem Koçu, belgelere dayanarak, bizi “dalkavuklar/dalkavukluk” ile tanıştırıyor. “Eh, ne var bunda” denilecek ama aşağıdaki satırlarda görülebileceği gibi meselenin rengi hayli farklı. Kitabımızdan izleyelim:

Bugün dalkavukluk bir ruh ve tıynet meselesidir, iş meslek olmaktan çıkmıştır. Tanzimat’tan evvelki devirde ise dalkavuklar, kâhyaları, nizamnameleri ve narhları olan bir esnaf zümresi idi.

Yazarımız bu sözlerine Topkapı Sarayı arşivinde bulduğu, I. Mahmud dönemine ait bir “dilekçe”yi yayımlayarak devam ediyor:

Devletli, inayetli, merhametli efendim. Kimsesiz dalkavuk kullarınızın arzuhalidir. Her sene Ramazanı Şerif geldiğinde, İstanbul’da davetli, davetsiz iftarlara gideriz, ülemanın, ricali devletin ve sair büyüklerin, mevki sahiplerinin sofralarında çeşitli nefis yemekler. (…) yer ve içeriz, üstüne göbek tütünü ve kahve ile ikram görürüz. Lakin içimizde bazı terbiyesizler bulunup edebe uymayan hareket ve tavırlarıyla velinimetlerimiz efendilerimizi gücendirmekte, zararı da hepimize dokunmaktadır. Dalkavukluk sağlam bir nizama bağlanmazsa cümlemizin açlıktan öleceği aşikârdır. (…) Uygunsuzların içimizden tard edilmesini (…) Şakir Ağanın cümlemize kâhya tayin olunmasını (…) Niyaz ederiz.

İmza: Dalkavuk kulları.

Peki, dalkavuklar mesleklerini nasıl icra ediyorlar? Koçu’nun aynı belgeye dayanarak yazdığına göre, el etek öptükten sonra tırabzan yanındaki küçük bir minder üzerine oturuyorlar ve ev sahibinin mizaç ve tabiatına uygun konuşarak meclise neşe veriyorlar. Keder verici, kötü sözlerden kaçınıp, terbiyelerini hiç bozmadan, ev sahibi ne derse tasdik ediyor, onun yardakçılığını yapıyorlar. “İhsan” gizlice alınıyor ve meslektaşlar arasında bunun sözü edilmiyor.

Her eğlencenin fiyatı da önceden belli. Örneğin söz konusu dönem için, dalkavuğun burnuna fiske vurmak, fiske başına 20, çıplak başına tokat atmak 45, sakalını boyamak 60, merdivenden aşağı atmak 180, kafasına iri bir yumruk indirmek 40, yüzüne mürekkep ve kömür ile kara sürmek 37, bostan dolabına bağlayıp su içinde bir süre bekletmek 600 para. Ancak yetkililer dalkavuğun “sosyal haklarını” da ihmal etmemiş! Eğer tüm bu abuk sabuk “eğlenceler” sırasında dalkavuk ölürse cenaze masrafı “latifeyi” yapana ait…

“Garip vakalar”dan diğer bir tanesi cadılarla ilgili. Koçu olayı bize Takvim-i Vekayi gazetesinde yayımlanan resmî bir rapordan alıntılarla aktarıyor. Rapor Tırnava kadısı Ahmet Şükrü Efendi tarafından 1833 yılında kaleme alınmış, şöyle yazıyor kadı:

Tırnava’da cadı türedi. (…) Gün battıktan sonra evlere musallat olmağa başladı. Zahireye dair un, yağ, bal gibi şeyleri birbirine katar ve kâh içlerine toprak karıştırır (…) Yüklüklerde bulduğu yastık, yorgan, şilte ve bohçaları didikler, açar ve dağıtır. (…) İnsanların üzerine taş, toprak, çanak ve çömlek atar. (…) Hiç kimse bir şey göremez. (…) Bir erkek ve kadının da üzerine saldırmış. (…) Bunlar çağrıldı, soruldu, “Üstümüze sanki bir manda çökmüş sandık” dediler. (…) Bu yüzden iki mahalle halkı evlerini bırakıp başka tarafa kaçtılar. (…) Kasaba halkı bunların cadı denilen habis ruhların eseri olduğunda ittifak etti. (…) İslimye kasabasında cadıcılık ile tanınmış Nikola ismindeki adam Tırnava’ya getirildi ve sekiz yüz kuruşa pazarlık edildi. Bu adamın elinde resimli bir tahta vardı, mezarlığa gider, tahtayı parmağı üzerinde çevirir, resmi hangi mezara bakarsa cadı o mezardaki ruhu habis imiş. (…) Büyük bir kalabalık ile mezarlığa gidildi, resimli tahtayı parmağında çevirmeye başlayınca resim sağlıklarında Yeniçeri Ocağı’nın kanlı zorbalarından olan Tetikoğlu Ali Alemdar ile Abdi Alemdar denilen iki şakinin mezarlarına karşı durdu.

Bundan sonra mezarlar açılır, cesetler çıkarılır ancak cadı şerrinden kurtulmak o kadar kolay değildir, yeniden rapora dönersek:

Cadıcı Nikola’nın tarifine göre bu gibi habis ruhları defetmek için cesetlerinin göbeğine birer kazık çakılır ve yürekleri kaynar su ile haşlanır imiş. (…) Göbeklerine birer kazık çakıldı ve yürekleri bir kazan kaynar su ile haşlandı fakat hiç tesir etmedi. Cadıcı “bu cesetleri yakmak lazım” dedi. Bu hususda şerren de izin verilebileceğinden ruhsat verildi ve iki Yeniçerinin mezarlarından çıkarılan cesetleri mezarlıkda yakıldı ve çok şükür kasabamız kurtuldu. [Bir hatırlatma, olayın yaşandığı yer Drakula’nın anavatanına pek de uzak sayılmaz.]

Kitapta yer alan çok sayıda “garip” vakadan birinin ilk bölümü böyle bir sıfatı pek hak etmiyor, çünkü söz konusu olan bedelli askerlik ve askerliğini bedel karşılığı yapmak isteyip kurası tersaneye düşen bahriyeliler, bedeli para yerine tersaneye bir manda vererek ödüyorlar. Burdaki havuzların suyunun boşaltılmasında kullanılan dolapları döndürmede yararlanılan bu mandalar sahibinin hizmet süresi dolunca iade ediliyor. Ancak bu basit bir iade işlemi değil, Koçu’dan okuyalım:

Hizmet müddetini dolduran mandaların boynuzları yaldızlanır, terhis kâğıtları da sırmalı kordonlarla boynuzlarının arasına asılır, sahibine merasimle teslim edilir, kasabasında, köyünde de davullu zurnalı bir merasimle karşılanırdı.

Muhtemelen yazarın bu olayı kitabına almasının nedeni meselenin bu kısmı.

Günümüzde yaşanan bazı trajik olayları çağrıştırması açısından, çalışmada yer alan bir örnek hayli ilginç. Mora ihtilali sırasında, 1820 yılında, İstanbul’da Rumların ayaklanarak Müslümanları katledeceği söylentileri çıkar. Hükümet bunun üzerine bütün Müslümanların silahlanmasını emreder. Ancak iş zıvanadan çıkar. Silahlananlardan bazıları “rezalet ve kepazelik fırsatı bulur”. Silah “bir nevi süs, ziynet ve çocuk oyuncağı haline gelir. Gece gündüz mahalle aralarında, sokaklarda, iskelelerde, camii avlularında, hasılı her yerde ve boş yere kestane fişeği gibi tüfek ve tabanca” atılmaktadır; kaza kurşunları yaralanmalara, ölüme sebebiyet vermeye başlayınca İstanbul halkı sokağa çıkamaz hale gelir. Bir de bunun üzerine soygunlar, kasıtlı yaralamalar, öldürmeler çoğalır.

Durumu gören yetkililer her ne kadar silah taşımayı yasaklamaz ise de, orada burada silah atılmasını yasaklar ve “soyguncu makulesinin takibi için Yeniçeri Ağasına emir verilir”.

Sonraki sayfalarda karşımıza çıkanlar “çengel”, “çarmıh”, “kazık” (genelgeçer üç idam şekli), “işkence”, “cellat”… Bölümün başlığı zaten “Cellatlar ve İdam Cezaları”, süratle geçtiğimiz bu ürperti veren sayfalardan alıntı falan yapmak niyetinde değiliz. Yukarıdaki kelimelere şöyle bir bakmak, bunun nedenini açıklar herhalde. Yalnız bu bölümde anlatılan bir olaya değinmek istiyoruz, o da “recim” (taşlayarak öldürmek). Hıristiyan bir erkekle ilişkiye giren Müslüman kadınlara verilen bu ceza Osmanlı tarihi boyunca bir kez uygulanmış… Garip vakalar ne yazık ki her zaman komik olmuyor…

Çok sayıdaki örnek, kitapta kimi zaman kısa, kimi zaman da ayrıntılı olarak ele alınmış, “eski meyhanelerde” yaşananlar, tuhaf tuhaf yasaklar, erkânın başına gelen acayip olaylar… Ancak her yazının bir “son”u vardır, biz de sözü iki alıntı ile bağlayacağız. Okuyalım.

İkinci Abdülhamit zamanında İstanbul’da Çıplak Mustafa ile Madam Opala isminde iki meşhur deli vardı. Mustafa Fatih taraflarında, Madam Opala da Beyoğlu’nda otururdu. Erkek lakabı üstünde yaz ve kış ana doğması çırıl çıplak dolaşırdı. Madam Opala’ya gelince, sandığı sepeti üstünde, kat kat fistanlar giyerdi. Ve iki deli ne zaman karşılaşsalar saç saça, baş başa kavga ederler ve bu kavgadan pek tabii, Madam Opala zararlı çıkardı. Abdülhamit her iki delinin köprülerden geçmesini yasak etmiş, ayrıca evde hapsetmesi şartıyla Çıplak Mustafa’nın ablasına maaş bağlamıştı.

Son alıntımız ise kanımızca böyle bir isim taşıyan bir çalışmanın ıskalayamayacağı bir “vaka”ya dair, Koçu bunu şu şekilde not etmiş:

Gayet genç, tüysüz yeniçeri neferlerine “civelek” denilirdi. Civelekler sokağa kadınlar, kızlar gibi yüzlerine bir peçe koyarak çıkarlardı. Bir civeleğin peçesini kaldırıp yalın yüzüne bakmak, bir kadına veya kıza yapılmış hakaret gibi tecavüz sayılır ve buna cesaret eden derhal hapse atılırdı. •
Aklımdaki sensin
Fikrimdeki Sen
Sen tekderdimsin
Gülüm Benim


Paylaş delicious Paylaş digg Paylaş facebook Paylaş furl Paylaş linkedin Paylaş myspace Paylaş reddit Paylaş stumble Paylaş technorati Paylaş twitter
 

Benzer Konular

  Konu / Başlatan Yanıt Son İleti
0 Yanıt
1355 Gösterim
Son İleti 12 Temmuz 2007, 19:35:14
Gönderen: sevdaligul
0 Yanıt
1106 Gösterim
Son İleti 22 Aralık 2007, 11:11:22
Gönderen: sevdaligul
0 Yanıt
1054 Gösterim
Son İleti 21 Aralık 2008, 22:01:33
Gönderen: sevdaligul
0 Yanıt
1083 Gösterim
Son İleti 09 Nisan 2010, 01:30:08
Gönderen: sevdaligul
1 Yanıt
1526 Gösterim
Son İleti 26 Haziran 2014, 15:21:34
Gönderen: sevdalifaruk