Bir adam bir yer almayı murad eder veya böylece yazı yazmayı murad ederse; şöyle yazar:
Bu evi, filan oğlu filan; filan oğlu filandan, mülk sahibi olan ve onu elinde bulunduran satıcının zikreylediği şehirde ve şu yerde şu mahallede, şu sokakta, şu mescidin yanında bulunan, dört tarafı hudutlu üçüncü ev (birinci hududu, filanın ma'rûfe (= bilinen, tanınan) evine bitişik; veya filan oğlu filanın evine mensûbe; ikinci, cü ve dördüncü hudutları da böyle ve dördüncü hududu sokağa bitişik, kapısı sokağa açılan bu yeri, —yazıda yazılı olduğu vasıflarla— bu satıcıdan, bu müşteri satın aldı.
Hudutları yazılı bu yerin bütün haklarını; arsasını, binalarını, alt katını, üst katını, yollarını, su akacak yerlerini, hak olarak az çok nesi varsa hepsini, dâhilini, hâricini ve ona mensup olan her ne varsa hepsini satın aldı.
Bedelin cinsini, nev'ini, miktarını, sıfatını ve buna benzer şeylerini söyleyerek (cehaleti kaldırmak için) apaçık olarak: "Şu şu meblağa, sahih, caiz, nafiz {= geçerli) müfsid şartlardan ve ihanet sayılacak bâtıl ma'nalardan hâli olarak ve içinde aldatmak ve hıyanetlik olmaksızın emânet bırakılmış veya rehin konmuş olmadan, zoraki-lik de olmaksızın; satışa rağbetle ve ciddi bir satın alışla, satın alındı ve belirli bir kişi olan bu satıcı, belirli bir kişi olan bu müşteriden cinsi, nev'i, miktarı, sıfatı zikredilen bedelin tamamını teslim aldı. Müşteri, bunlaırn tamamını vermek suretiyle, tamamından berî oldu.
Ve bu müşteri, zikredilen satış akdinde yazılı olan şeyin tamamını teslim aldı.
Satıcı da zikredilen bedelin tamamını, bütün mânilerden fariğ, niza'lardan hali olarak teslim eyledi ve akid meclisinden ayrıldılar.
Bunun tamamı, akid yapan satıcı ve alıcının ikrarından sonradır. Ve buna, her ikisi de razı olmuşlardır.
Müşterinin bir tazminatta bulunması gerekmez. Nefislerine karşı şahit edinirler. Ve onlardan her biri, ismini yazar. Sonunda da, — onlara karşı— bildikleri, anladıkları bir dille okunur ve onlar anladıklarını ve bildiklerini ikrar ederler.
Bunun tamamı, her ikisinin de bedenleri sıhhatli, akılları kemâle ermiş, isteyerek, hoşnutsuzluk olmaksızın, ikisinde de bir illet ( = Hastalık) Bulunmaksızın, ikrarlarının ve tasarruflarının, geçerliliğine bir mâni bulunmaksızın yapıldığına ve bunun tamamı, şu senenin, şu ayının şu gününde yapıldığına ve bu yazının satışların tamamında asi olduğuna" ve böylece yazının sona erdiğine dâirdir.
Hal ve durumların değişmesi ile sözler de değişir.
İmim Muhammed (R.A.), el-Asl'da şöyle buyurmuştur:
Bir adam bir yer satın almak isterse; bunu şöyle yazar: "Bu yeri, filan satın aldı." der. İmâm Muhammed (R.A.), burada "bu, filanın sattığıdır; diye yazar." dememiştir.
Bunların her biri hakkında te'kide ihtiyaç vardır. Ve her biri iki lafızdandır ve diğerini zımnına alır. Çünkü, satış olmadan, satın alış tahakkuk etmez; satın alış olmadan da, satış tahakkuk etmez. ( = meydana gelmez.) Ancak bu, —sünnet sebebiyle— teberrük için ya-pıhr. Allah Resulü (S.A.V.), Ada bin Hâlid bin Hûde'den bir köle satın almak istediği zaman, bunun şöyle yazılmasını emreyledi; "Bu köle, Allah Resulü Muhammed (S.A.V.) tarafından Hûde oğlu Hâlid oğlu Ada'den satın alınmış bir köledir."
Peygamber (S.A.V.) Efendimiz: "Bu Hûde oğlu Halid oğlu Ada'mn sattığıdır." diye yazılmasını emretmedi.
İmâm Muhammed (R.A.) "Bu, satın alınandır; diye yazılsın." derdi. "Bu, satın almanın yazısıdır; diye yazılsın." demezdi.
Basra ehli ise: "Bu, satın alınanın kitabıdır. (= yazısıdır.)" diye yazarlardı. Çünkü onun bu sözü, beyaz kağıda yazılan yazıya işarettir ve satın almanın lâhikasıdır.
Yalnız, İmâm Muhammed (R.A.), sünnete teberrüken "Bu, satın alınandır." diye yazılmasını ihtiyar ederdi.
Çünkü, "bu, satın almanın yazısıdır." sözünün, isbata da, nef-ye de ihtimâli vardı. "Bu, satın alınandır." diye yazılınca, nefy ihtimalini def eder.
İmâm Muhammed (R.A.), satıcıyı ve müşteriyi zikrederken, onların adını ve babalarının adım söyler; dedelerinin adını söylemezdi.
Bu, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'un kavlidir. İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ve İmâm Muhammed (R.A.) "Elbette, dedenin adı da söylensin." derlerdi.
Şayet müşteri veya satıcı ismi şöhret bulmuş'kimselerden olursa (Meselâ: Tavus, Ata, Şureyh ve benzerleri...) bu durumda, yalnız ismi kâfi gelir; nesebini söylemeye hacet yoktur.
Şayet, kendisinin ve babasının ismini söyleyip, kabilesinin ismini de söylerse; bu dedenin isminin yerine kâfi olur. Her ne kadar, engin bir kabile olsa bile, bu kadarı kâfidir. Zira, adı ve baba adı bir olan nâdirattandır.
Eğer yukarı kabilesini söylerse kâfi gelmez; o zaman, dedesinin adını da söyler. Bununla beraber dedenin ismini de söyler ve aynı künyede başkalarıda bulunursa o zaman bu kadarı da kâfi gelmez; başka bir şey daha söylemesi gerekir.
Eğer adını ve baba adını söyler; dedesinin ve kabilesinin adım söylemez; ancak sanatını söyler ve o sanata başkası ortak olmazsa; (filan oğlu filan halîfe veya filan oğlu filan hâkim gibi...) ta'rif için bu kâfi gelir.
Şayet, sanatına başka ortak varsa, o, ta'rif için kâfi gelmez.
Bu, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre böyledir.
Şekli tarif, esbabı tarifden değildir. Çünkü, o şekle başkası da benzer.
Fakat, yine de yazılması evlâ olur. Çünkü bu, ta'rifte fazlalıkdır.
Keza, başka şeyler de esbabı tarif (tarif için gerekli sebeplerden) değildir. Şayet yazarsa, o da evlâ ûiur.
Şayet, künyesini yazıp, başka bir şey yazmaz ve o şahıs, bu ta'rif ile bilinirse muhal yoktur; o kâfi gelir. Ebû Hanife ve emsali gibi... Keza "filanın oğlu" diye yazılınca, tanınırsa; (ibnü ebi Leylâ gibi...) bu da, ta'rif için yeterlidir.
Şayet satıcı veya satan şahıs, filanın azadhsı ise, "filan hindîi emîr filan oğlu filanın azadhsıdır." diye yazılır.
Eğer, azad edilen bir şahsın azadlısı ise, "filan oğlu filanın azadiısı" diye yazılır.
Şayet satıcı veya müşteri bir adamın kölesi ise "filan hindli, filan oğlu filanın (efendisi tarafından, bütün ticaretlere izin verilmiş) kölesidir." diye yazılır.
Câriye hakkında da "hindli filâne, filan oğlu filanın cariyesi-dir." diye yazılır.
Mükâtep hakkında da, "Hindli filan, fiian oğlu filanın mükâ-tebidir." diye yazılır.
Mükâtebe hakkında da, "Hindli câriye, filan oğlu filanın mü-kâtebesidir." diye yazılır.
Sonra da-satJan yerin dört hududu yazılır.
O yer ma'rûfe ve meşhûre olsa bile, İmâm Ebû Hanife (R.A.)'nin kavline göre dört hududu yazılır.
İmâmeyn'e göre ise, bir yer ma'rûfe ve meşhûre olunca, onun hududunu yazmaya ihtiyaç yoktur.
"Bu, satıcının mülküdür." diye yazılmaz. Çünkü, eğer Öyle yazılırsa; müşteri, "o yerin, satıcının mülkü olduğunu" ikrar etmiş olur. Ve, şayet o.yere bir hak sahibi çıkarsa; o zaman müşteri, satıcıya müracaat edemez. Ve parasını isteyemez.
Bu, İmâm Züfer (R.A.)'e ve medine eriline göre böyledir.
Çünkü müşterinin "o yerin, satıcının mülkü olduğunu" ikrarı, onun bedeli için müracaatına mânidir. Bunlar göz önüne alınarak, "satıcının mülküdür." diye yazılmaz.
Bütün âlimlerimize ve umum şurut ehline göre "Elindedir." diye de yazılmaz.
Ebû Yeâd eş-Şurûâ bunu yazardı. Bizim alimlerimizin delili (= hücceti): Rivayet olunmuş ki: Peygamber (S. A.V.) Efendimiz, Hûde oğlu Ha'lid oğlu Ada'dan satın aldığı köleyi yazdı da;, "onun elinde" diye yazmadı. Çünkü, çok kerre, bunlar hâkime çıkarlar da, elde oluşunu ikrar mülküyetini ikrar gibi olur. O takdirde, bir hak sahibi çıkarsa müşterinin parasına müracaat hakkı bâtıl olur. İşte bunun için ve böyle durumlardan kaçınmak için, bu yazılmaz. Lâkin, satıcı "kendi mülkü olduğunu ve elinde bulunduğunu" —bu bölümün evvelinde yazdığımız gibi— söyler.
İmâm Muhammed (R.A.), Asi kitabında, "yazıya hangi hudud-tan başlanacağını" zikretmemiştir.
Yûsuf bin Hâlid ve Hilal, şöyle derlerdi:
Evin, kapısından başlanır. Sonra, oranın sağı, sonra orayı takip eden yer, (sonuna kadar) yazılır.
İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ve İmâm Ebû Yûsuf (R.A.), şöyle derlerdi:
"Kıble tarafından başlanır; sonra, sağ tarafı; sonra, sol tarafı .yazhr."
Bazı âlimler de: "Batı tarafından başlanır." demişlerdir.
Bu tertibi terk eder ve bu günkü yazıldığı gibi yazarsa; bundada bir beis yoktur. Çünkü hududları tanıma işi hâsıl olmuştur ve mak-sud, hudutları söylemektir.
Semti ve Hilal: "Önceki hudut, filanın evine kadardır.'* diye yazarlardı.
İmâm Muhammet! (R.A.) de: Bu benimde sevdiğim yoldur. Zira, yentehi (= varıncaya kadar) sözü; arada bir açıklık bırakmıyor." buyururdu. Muhıyt'te de böyledir.
Şayet iki yer arasında, bir aralık, açıklık varsa; Tahâvî şöyle buyurmuştur: "Bu durumda, kâtip muhayyerdir: Dilerse, önceki hududu, o aralığa —açıklığa kadar yazar; dilerse, "filanın ma'ruf evi ile, buranın arasındaki açıklığa kadar..." diye yazar. Ve Tahâvî: "Bu, öncekinden daha evlâdır." buyurmuştur. Çünkü, vehim vardır. Onun biri kısmı satılan yere dâhil olabilir. Bir kısmı ise dâhil olmayabilir. Onun için, "bununla filanın evinin arasındaki, onları birbirinden ayıran açıklığa kadar..." diye yazılırsa; bu, vehmi def eder.
Bazı ehl-i şurût, "önceki hududu, filanın evine varıncaya kadar..." diye yazardı. Bizim âlimlerimiz bunu hoş görmediler ve şöyle buyurdular: Uygun olanı, filan için, bilinen ma'rûf bir yere kadar yazmakdir. Veya "ona mensup olan yere kadardır..." diye yazar. Çünkü, "filanın yerine kadar..." deyince; bu alıcı ve satıcı tarafın dan, "o yerin, filana ait olduğuna" ikrar olur.
Şayet onlardan birisi o filandan, o yeri günlerden bir gün satın alır ve o yere bir hak sahibi çıkarsa; verdiği parasını geri almak için —İmâm Züfer, İbnü Ebî Leylâ ve Medine ehlinin görüşlerine göre— müracaat edemez. İşte bundan ihtiraz (~ kaçınmak) için, yukarıda söylediğimiz gibi yazar.
Biz ancak, "o yerin, hududu filanın yerine kadar müntehidir. Filânın yerine bitişiktir." sözünü ihtiyar eyledik.
"Hududunun birisi filanın yeri..." diye yazılmaz. Çünkü, bur-da İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'den iki rivayet vardır. O, şöyle buyurmuştur: Satışta, had mahduda dahildir. Satışın fesadına da sebep olabilir. Bir kimse, bir mescidi veya umumun yolunu hudûd kılarsa, satışı caiz olan bir şeyle, caiz olmayan bir şeyi cem etmiş olur. Bu durumda müşteri için muhayyerlik hakkı vardır.
Filanın yerini had kılar ve o şahıs, bu satış sebebiyle, o yeri teslim eylemezse; müşteri, satıcıya bedeli noksan öder. Çünkü, o bedelin bir kısmı komşunun yeri karşilığmdadır. îşte bunun için, biz "bitişmeyi söylemeyi ve yazmayı"ihtiar eyledik.
İmâm Muhammed (R.A.) şöyle buyurmuştur:
Yazıda, "Ondan satın aldığı yer, filan yerdedir." diye yazılır.
Şurût ehli, yerin tamamını yazarlardı. Çünkü, bazen yer söylenir ve bu sözle oranın bir kısmı murad edilir ve tamamı söylenince de, bu söz, o yerin bir kısmına da ıtlak olunabilir. Bu vehmin gitmesi için "yerin tamamı" yazılır.
İmâm Muhammed (R.A.): "Hudutları, yazımızda belirtilen yeri satın aldı; der." buyurmuştur.
Semtî ve Hilâl da, yazıda böyle yazarlar ve şöyle derlerdi: .
Yazımızda, söz satıcıya ve satın alana izafe edilir ve böylece birlikte ikrar olur. Gerçekten o yazı, ikisinin de malıdır. Çok kere, satıcı yazı hakkında niza' çıkarır. Bunun için böyle yazılır. Ve böylece o vehim de kalmamış olur.
Keza, "O yeri, tamam hudutlarıyle satın aldı." diye söylenir., (yazılır.)
İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ve İmâm Muhammed (R.A.) böyle yazarlardı.
İmâm Muhammed (R.A.), "hudutlanyla" diye yazmazdı. Çünkü, Öyle yazmış olsa, hudutlar da satışa dahil olurdu; bu durumda da fesad meydana gelirdi. Yukarıda geçtiği gibi...
İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ve İmâm Muhammed (R.A.) şöyle derlerdi: Kıyâs, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'un kavlidir. Biz ise, örf sebebiyle kıyâsı terk eyledik. Zira, örf de "hududu ile" demekle; o hudutlar, satışa dahil olmazlar; ancak onun gerisinde olan yer satışa dahil olur.
Ebû Yezid eş-Şurûti, Şurût isimli kitabında şöyle buyurmuştur:
"Hudûduyle" demekle haddin satışa dahil olmasında kıyâs ve istihsan vardır: Kıyâsda, hadler satışa dahildirler; istihsanda ise dâhil değildirler.
Ebû Zeyd, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'ıın bir kavlinde "Had satışa dahil olmaz." buyurduğuna rivayet etmiştir.
Ben de ba'zı şurut nüshalarında şöyle gördüm:
Bu yerin hududu filanın yeridir. îkinci, üçüncü, dördüncü de böyledir.
"Onu hudûduyla aldı." diye yazılmaz. Çünkü had, satışa dâhil olur. Şayet, "hududunun birisi, filanın yerine kadardır, (veya onun yerine bitişmiştir.)" diye yazılmışsa; o zaman "hudûduyla satın aldı." diye yazar.
Bazı muhakkik âlimlerimiz, Şurut kitabının şerhı'nde şöyle buyurmuşlardır:
Hududun birisi, filânın yerine bitişiktir," yazısı ihtiyat değildir; ihtiyatı terkdir. Çünkü had İmâm Ebû Hanife (R.A.) ve İmâm Muham-med (R.A.)'e göre satışa dahil değildir ve İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'tan gelen iki rivayetin birinde de böyledir.
Satıcının, müşterinin tasarrufunu bozmaya ve oraya yaptığı binayı yıkmaya velayeti vardır. Bu durumda da, müşteriye zarar vardır. Bu gizli değildir.
Keza, komşu olma sebebiyle, şuf a hakkının kesilmesi vardır. Çünkü gerçekten o, iki yer arasını fasl edip ayırdı. Şayet diğer yer satılır hududu da o yere bitişik yazılırsa; bu yalan olur. îşte böylece ihtiyatı terk etmiş olur.
Fakat biz, "hududunun biri, filanın yeri" diye yazarsak; işte burda —İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'tan gelen bir kavle göre— ihtiyatı terk vardır. Çünkü, bu durumda bir cihetten had satışa dâhil olur. Ve bir cihettende, gerçekden satıcı ve müşterinin, "o yerin, filanın mül-küyeti olduğunu" ikrar etmeleri olur. Ve onlara karşı bedele rucû hakkı çıkar. Zaman geçtikten sonra, günlerden bir gün, o yeri birisi satın alsa İmâm Züfer, İbnü Ebî Leylâ ve Medine ehlinin kavline göre, ancak bu iş bir vehimdir.
Keza, orası yer ise, yer; bina ise, bina olarak yazılır.
Arz yerin ismi olunca, onu söylemek te'kid içindir.
Binayı söylemek ise, elbette gereklidir. Çünkü yer, bina demek değildir. Bunda muhal yoktur.
İmâm Muhammed (R.A.) "aşağısı-yukarısı" diye de söylemedi. Mü-teahhirîn ise* bunun söylenmesini ihtiyar eylediler. Sahih olanı da budur. Çünkü, üstü söylenmeyince, müntefi olmaz; orası başkasının mülkü olabilir.
Aitı da söylenmediği zaman, oranın zemin katı bir başkasının olabilir ve satıcının mülkü olmayabilir. .
Semti ve Hilâl, "yukarısını da aşağısını da (= üstünü de, altını da" yazarlardı. İkisinin haricindeki âlimler ve Ebû Zeyd eş-Şurûtî de, böylece yazarlardı ve şöyle derlerdi: Çok zaman, evin altında bodrum olur. Eğer müennes zamiri ile yazmaz ise, o bodrum ona dahil olmaz. Bodrumun, onun olup olmadığı bilinmez. '
"Üst" deyince tâ semaya kadar vehmedilirse, işte bu satış fâsid olur. Çünkü, hava satılmaz.
İmâm Muhammed (R.A.) onun yolunu zikreyledi ve onun haklarına başkasını ilâve etmedi. Şurut ehli ise, hukukuna başkasını da kattılar. Zehiyre'de de böyledir.
Tahâvi şöyle buyurmuştur: Şurut ehlinin ekserisi (= çoğunluğu) satılan yerin yolunu zikrettiler. Bizim ihtiyarımız da onun terk edilmesidir.
Su yolu da böyledir. Çünkü onlar, mutlak yolu zikreylediler; bu ise, umumun yoluna ıtlak olunur ki, onun satışı caiz değildir. Olukda böyledir. O, çok zaman, umumun yoluna dökülür.
Böyle ıtlak olunca da, satışı caiz olmayan şeylere dâhil olur ve satışı fâsid olur. Şayet "onun, yolu ve su yolu"- demişse, çok kerre evin yolu husûsi olmaz. O, onun haklarındandır. İşte o zaman, yok olanla var olan cem olmuş olur. Bu da akdi ifsâd eder.
En güzeli o yerin yolunu ve su yolunu asla söylememekdir. Çünkü mürafık sözüyle maksûd hasıl olmuştur.
Şayet o evin husûsi yolu ve husûsî su yolu varsa, "mürafık" deyince, bunlar da akde (= sözleşmeye) dahil olmuş olur. Mebsût'ta da böyledir.
Bazı müteahhirîn alimleri şöyle buyurmuşlardır: Şayet bu evin asla yolu yolsa veya kapısı umumun yoluna açılıyorsa; ihtiyat olan, "yol" sözünü terk etmekdir. Böylece Tahâvf nin buyurduğu gibi, malı olmayan bir şeyi, satmış olmaz.
Eğer, evin kapısı umumun yoluna çıkmıyor ise, ihtiyat olan yolu söylemekdir. Çünkü yol, söylenmeyince satışa dâhil olmaz.
Zahirü'r-rivâyede böyledir.
Ancak, Hassâf, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'un şöyle buyurduğunu rivayet eylemiştir:
Burda ihtiyat olan, yolu zikreylemektir. Fakat, onu hukukunda ilâve eder.
Şayet o evin, ammenin yoluna geçen bir yolu varsa, "umumun yoluna geçen yol" diye söylenir. Eğer haklarına ilâve ederse, bu daha evlâ olur.
Su yolunu söylemek de böyledir; sonuna hukukunu eklemez. Ehli şûrutun ba'zılan hukukunu eklerlerdi. Müteahhirînden ba'zılan da: "Su yolu da, yol gibidir." buyurmuşlardır.
Şayet o evin su yolu yoksa ve oluk da umumun yolu üzerinde ise, o zaman yazılmaz.
Şayet umûmun yolu üzerinde değilse, su yoluda yazılır ve sonuna nuküku eklenir. Keza, "az veya çok; içinde veya dışında ne varsa" ifâdesini şurût ehli yazmazlardı. Bilakis "küllü kalîlün ve kesîrün" diye vâv-ı atıfla yazarlardı. Ve şöyle derlerdi:
"Ev (~ veya)" kelimesi, şek içindir; münazaaya sebeb olur. Ve bu satışda haleli mucip olur. Ancak, İmâm Muhammed (R.A.), Hz. Ömer (R.A.)'e ittibâen, Vakf kitabı'nda böyle yazmayı ihtiyar eyledi. Çünkü, Hz. Ömer (R.A.) "Ev (= veya)" kelimesiyle yazardı. Zira ev kelimesi bazanda vav ( = ve) ma'nasma gelir ve ^ı j, ılrj.\ ) (= Hasan ve ibnü Şîrîn oturdular." denilir.
Yüce Allah'ın kitabı da, Hz. Ömer (R.A.A)'i te'yid eyliyor: î «jdi au jı .LLyij) âyetindeki ev yezîdûne kelimesinin manâsı ve yezîdûne demektir. Yezîdû nedir.
İmâm Ebû Yûsuf (R.A.) da şurût ehlinin söylediği gibi vav (= ve) harfiyle yazardı.
İmâm Muhammed (R.A.) "az veya çok ne varsa" sözünü ilâve etmedi. Şurut ehli ise onu yazarlardı.-
İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'da bir rivayetinde böyle söylemiştir. Zira bu kelimeler, —satışı caiz olsun veya olmasın— evde bulunan şeylerin tamamını içine alır. İmâm Züfer (R.A.)'e göre ise, eğer evde satışı caiz olmayan bir şey bulunursa satış faisd olur.
İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'a göre, evde olan eşyadan satışı caiz olanı odun ve emsali gibi ne varsa tamamını içine alır. Domuz ve içki gibi satışı caiz olmayan şeyleri içine almaz.
Burda ihtiyat, ona bütün haklarım ilâve etmektir.
Üç, imânımız içinde ve dışında olan bütün hakları, böylece yazarlardı.
Onlardan sonra, Yûsuf bin Halid ve Hilâl'de böyle yazarlardı. Başka âlimlerimiz de "içinde olan bütün hakları ve dışında olan bütün hakları" diye yazarlar ve şöyle derlerdi: Gerçekten bu vecih-üzere yazmak, evin içinde dışında olan bütün haklarını içine alır. Böylece, en uygun olanı, "içinde olan bütün hakları ve dışında olan bütün hakları dahildir." diye yazmaktır. Zehıyre'de de böyledir.
Tahâvî, şöyle buyurmuştur:
Bize göre muhtar olan, "içinde olan bütün hakları ve dışında olan bütün hakları dahildir." diye yazmaktır. Mebsût'ta da böyledir.
İmâm Muhammed (R.A.) bundan sonra "Onun finası" "o evin etrafı) diye söylemedi. Halbuki şurût ehli bunu yazarlardı.
İmam Muhammed (R.A.) onu zikreylemedi. Çünkü finânın" zikredilmesi satışı bozar. İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre, bu mes'elenin nasıl olduğu İbnü Semâa'nın Nevâdiri'ndedir.
İmâmeyn'e göre finâ (= evin etrafı) satıcının malıdır. Görülmüyor mu ki, o, oraya kuyu kazıyor, hayvanım bağlıyor... İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) şöyle buyurmuştur: Finâ, satıcının malı.değildir. Bunun delili şudur:: O ammeye zarar verirse, kuyu kazmakdan menedilir. İmâmeyn'in kavli üzerine bir cihetten mülkü olduğuna itibar edilse bu durumda o, amme için de, mülk olur. Ona müşterek (ortak) gibi olurlar.
Bundan sonra İmâm, bedeli zikreyledi ve "şu kadara" dedi. Bedel (= satın alınan şeyin karşılığı) ya tartılan ya ölçülen olur
veya sayılan yahut arşınlanan bir şey veya para olur. Veyahut da hayvan veya akar olur.
Şayet bedel, tartılan bir şey olursa; o da ya dirhemler, dinarlar, fülüsler gibi nakidlerden olur veya za'feran gibi ipek gibi pamuk gibi diğer,tartılan şeylerden olur.
Şayet bedel nakidlerden ve (Meselâ) dirhemlerden olursa; o zaman, "şu şu kadar dirheme" diye yazılır ve dirhemin nev'i sâde gümüş veya bakır karışımlı gümüş yahut kalay karışımlı gümüş gibi sıfatı yazılır. İyi, orta veya esk; gibi... Veya miktarı "şu şu kadar dirhem, vezni yedi miskal olmak üzre" şeklinde yazılır.
Bizim söylediklerimizin bazısını yazmak murad edilir ve eğer o belde de nakid belirli cins dirhemlerden olursa; o zaman sıfatını söylemeye hacet kalmaz.
Eğer nakid muhtelif cins olur ve tamamı da revaçda bulunur ve değerleri müsavi olursa; satış caiz olur ve bu durumda müşteri, satıcıya hangi nev'i isterse onu verir. Fakat, katibin, onlardan birini ve ağırlık mikdarım yazması gerekir.
Şayet revaçta olmak bakımından aynı ve birbirleri karşıliğında bozulabiliyor 1 arsa (gitrîfiyye ve ıdliyede olduğu gibi...) o zaman, satış ancak birini açıkladıktan sonra caiz olur; aksi takdirde caiz olmaz. Kâtip, satışa karşı vuku bulan bedelin sıfatını, mikdarım, ağırlığını yazar.
Şayet nakidlerden birisi, daha fazla revaçda ise, satış ona çevrilir. O zaman, sıfatını beyana ihtiyaç kalmaz. Fakat mikdarım ve ağırlığını beyana ihtiyaç vardır.
Eğer bedel dinarlar ise: o zaman da "şu şu kadar Buharı (veya Nisâbûri yahut Herevî ve benzeri) dinarları" diye yazar. Tazeliğini, orta halli olduğunu veya zayıf bulunduğunu da yazar. Mikdarım ve ağırlık durumunu da yazar. Mekke miskâlleri, Harzem miskâlleri veya Semerkant mıskalları ve benzeri gibi... Çünkü, beldelerin miskalları muhtelifdir. (- değişikdir.)
Şayet bedel, hâlis altın veya hâlis gümüş ise, nev'ini, sıfatın1, ağırlığını bizim dediğimiz gibi yazar.
Burada dirhemlerin ve dinarların isimleri söylenmemiştir. Çünkü bu isim darb olunmayan altın için kullanılmaz. O zaman, altında "şu kadar miskal hâlis, yeni, kırmızı aldatmaktan hâli ( = katkısız)' diye yazılır.
Eğer altın —saf değil— katkılı ise; bu durum da açıklanır. Gü-müşde de böyledir. Katkıntıdan ârî, hâlis, yeni gümüş diye yazılır. Bununla beraber damgalı veya külçe diye yazılır. Çünü o, bu iki nevi ile nevilenmiştir.
Diğer mevzûnât da böyledir. Onlarla yapılan sözleşme gibi, — nev'i sıfatı mikdarı— yazılır.
Şayet bedel, ölçülen cinsten ise, sözleşmede, olduğu gibi yazılır.
Buğday ise buğday yazılır ve nev'i yazılır; sulak yer buğdayı; kurak yer buğdayı; Nesef veya Buhara buğdayı gibi...
Sıfatı da yazılır; sarı, kırmızı, beyaz, taze, orta, eski gibi... Mik-darı da, "şu kadar ölçek" diye yazılır.
Arpa da böyledir. Onun da nev'i, sıfatı, mikdarı, öleceği yazılır.
Bunların (buğday ve arpanın) ağırlığı yazılmaz. Çünkü bu ikisinin ölçülen cinsten olduğu nasla sabittir. Mansus (= nasla sabit) olan bir hükmü değiştirmek caiz olmaz.
Buyu kitabında, âlimlerimizden iki rivayet vardır: Hasan bin Zi-yâd: "O, (yani ölçüleni tartmak caizdir." diye rivayet etmiştir.
Tahâvî ise: "O caiz değildir." diye rivayet etmiştir.
ihtiyat olan, ihtilaf haddinden çıkarmak için ölçüleceğini söylemekdir.
Bu, buğday ve arpa hali hazırda verilecek olduğu zaman böyledir.
Şayet va'deli ise, bizim söylediğimiz gibi, va'de mikdarı ile ödene mahallini de İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) kavline uymamaktan kaçın-nak için— söylemek de ihtiyata uygun olur.
Şayet bedel sayılan cinsten bir şey ise, onun da nev'i ve mik-ları yazılır.
Eğer bedel arşınla (uzunluk ölçüsü ile) ölçülen bir şey ise (bez, ;eten ve benzeri şeyler gibi...) ve biaynihî ise, o takdirde satış câiz-!ir. Ona işaret etmek gerekir. Onun sıfatı da yazılır. Akid meclisinle hazır olup, ona işaret edildiğinde, zikredilir.
Eğer o, biaynihî değilse ve oda hâlde (peşin ödenecek) ise, caiz >lmaz. Eğer va'deli ise, caiz olur. Selem de olduğu gibi...
Sözleşmede vuku' bulduğu şekilde yazılıp; "o bezdir." denir, e onun nev'i, kalınlığı, inceliği, uzunluğu, beşyüz arşın veya altı-üz arşın olduğu veya benzeri şeyler yazılır. Arşının durumu da (Mülk arşını veya bez arşını yahut mesaha arşını gibi... yazılır. Va'de de açıklanır. Ödeme yeri de —eğer taşınması kolay olursa, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin kavlinden taharzruz için— bildirilir.
Eğer bedel hayvan veya bir uruz ise, asla te'cili sahih olmaz. Zimmette borç olarak tesbiti de asla olmaz. Eğer ta'yin ederse sahih olur. Bedelin muayyen olduğu her yerde, elbette ona işaret etmek gerekir. Çünkü, huzurda olan, işaretle tanınır. Onu öylece yazar; sıfatını yazar ve akid meclisinde işaretlendiğini yazar.
Şayet bedel hudutlu şeylerden ise (ev gibi, tarla gibi...) onun hudutlarını gösterir. İmâm Ebû Hanîfe (R.A.), İmâm Ebû Yûsuf (R.A.) ve İmâm Muhammet! (R.A.) ve keza Hilâl: "Bu satın ahs^ şahindir." diye yazmadılar.
Ebû Zeyd eş-Şurûtî, ve bazı. ehl-i şurût: "Bu sahih bîr satın alıştır." diye yazarlardı ve "Bunda şart yok; muhayyerlik yok; fesad yok; rehin yok; zorlama ve hoşnutsuzluk yok; bilakis bir müslüma-nın, diğer bir müslümana satışıdır." diye yazarlardı.
"Bunda şart yok." diye yazmaları; kimse iddia etmesin dîye-dir. Ve bunu, ihtiyat olarak yazarlardı.
"Bunda fesâd yok." diye yazarlardı. "Dönüş yok." diye yazarlardı ve benzeri, Nevâdir'in rivayeti üzerinedir. Fesadım iddia edenin sözü geçerlidir. Çünkü o mülkünün zevalini inkâr ^diyor. Bundan dolayı, ihtiyat olarak öyle yazılır. Tahâvî, şöyle buyurmuştur:
Bunlar yazılmaz ve onda muhayerinv ue yoktur. Bazı âlimler: "/ ıcı ve satıcılar akid meclisinde oldukça muhayyerdirler.
Tabâvî, şöyle buyurmuştur:
Müslümandan, müslümana yapılan satışın yazılması, sünnete te-berrükdür. Peygamber (S.A.V.), satın alış yazısının, —Hûde oğlu Hâlid oğlu Ada'dan köleyi satın aldığı vakit,— böyle yazılmasını em-reylemiştir. Zemyre'de de böyledir.
Âlimlerimiz, "şirâen sahîhan (= sahih satın alış) yazısını ve "müslümandan müslümana" yazısını da yazmadılar.
"Fesad yoktur." yazısını da yazmadılar. Çünkü, yazmış olsa; bu, müşterinin "satışın sıhhatini" ve "satılanın, satıcının malı olduğunu" ikrar olur.
Şayet müşterinin elinde iken, o satılan şeye bir hak sahibi çıkmış olursa; müşteri, parası için satıcıya müracaat edemez.
İmâm Züfer (R.A.) ve Ebû Leylâ ile Medine ehline göre, "şayet aralarındaki satış bozulur; sonra da müşterinin eline geri dönerse; onu satıcıya teslim etmesi emri verilir. "Satıcının mülküdür." sözü yazılmadığı gibi, bu da yazılmaz.
Sonra, İmâm Muhammed (R.A.): "Filan oğlu filanın nakdidir. Yâni, müşteri bütün bedelden beridir. O ağırlığı yedi mıskal gelen şu şu kadar dirhemdir; der." buyurmuştur. "Filanın parasıdır. (-nakdidir.) sözü yazılmaz. Çünkü, "satıcı, teslim aldı." denilmemiştir.
Şayet bundan sonra satıcı: "Bana nakden ödedin." demiş olur; fakat "teslim aldım." demezse; bu sözü, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'un kavline göre doğrulanır ye müşteri ondan beri öiur.
İmâm Muhammed (R.A.) de, bunu ihtiyar eylemiştir. Çünkü beraatın ibtidâsı da, intihası da haber verilmiş oluyor. Vermek—almak, teslim almanın sıhhatini haber veriyor.
Eğer satıcı vekil ise, ve bu vekil, müvekkili tarafından onu almaya izinli değilse, müşteri parayı ona vermekle kurtulmuş olmaz.
Eğer "ondan beri oldu." sözü yazılırsa; bu almanın sıhhatini ikrar olur.
Yûsuf bin Hâlid: "Müşteri beri oldu." yani "müşteri, satıcıya satış bedelinin tamamını ödedi." diye yazardı. Ve devamla, satıcı da :>ndan (filan oğlu filandan) tamamen aldı. O, ağırlığı yedi miskal ge-en, şu kadar dirhemdi." derdi.
Ebû Zeyd eş-Şurûtî, "filan oğlu filan (ya'ni satıcı) filan oğlu filandan (Ya'ni müşteriden) belirtilen bedelin tamamını aldı." diye yazardı. Ve devamla "filan oğiu filan<ya'ni müşteri) filan oğlu filana (ya'ni satıcıya) ağırlığı yedi miskal olan şu kadar dirhemi tamamen verdi ve ondan kurtuldu." diye yazardı. Muhıyt'te de böyledir.
Çünkü "almayı" apaçık söylemek vaciptir. Vermeyi söylemek de böyledir; taki, satıcı almış; alıcı vermiş olsun.
İbnü Ebi Leylâ şöyle derdi:
Kim alacaklısın da, alacağının cinsinden bir mal bulursa; onu alması yokur. Eğer alırsa, ona sahip oiamaz. Bilakis gâsıp olur. Onun için, "müşteri verdi." diye yazılır. İbnü Ebî Leylâ'nın sözünden kaçınmak için böyle yazılır.
Tahâvî: "Filan oğlu filan, filan oğlu filana bedelin tamamını, tam olarak, noksansız verdi. Filan oğlu filan da onu teslim aldı ve ödeyecek şahıs tamamından beri oldu." diye yazardı. Çünkü, aima-yı da, vermeyi de tamamen açıklamak gerekir.
Vermeyi de, almadan önce söylemek gerekir. Çünkü almak için, vermek hükmü vardır. Hüküm ise, sebebden sonradır. Onun için, vermek önce söylenir.
İmâm Muhammed (R.A.) "satılan şeyin teslim alındığını" söylemedi. Bedelin alımı gibi, onun da alındığını yazmaya ihtiyaç var. Çünkü bu. müşteri için hüccet olur. Satılan şeyin de teslim alınmasına ihtiyaç vardır. Bu da satıcı için hüccet olur.
Şurût ehli burda ihtilaf eylediler: Semti, Hilâl ve Ebû Yezîd eş-Şurûtî bunu yazarlar ve söyler derlerdi: Filan oğlu filan —bu yazıda olduğu gibi hudutları belli olan yeri— filana, tamamen teslim eyledi..
Tahâvî de: "filan oğiu filan; filana, müsemmada vâki olanın tamamını teslim eyledi." diye yazardı. Bu çok güzeldir.
Filan teslim eyledi." diye yazarlar da, "filan aldı." diye yazmazlar. Çünkü, bu anlaşılmaz. Bazı âlimlere göre, müşteri bedeli ödediği zaman, satılan şeyi teslim alma hakkına ancak satıcının izniyle mâlik oiur.
Şayet o izin vermeden alırsa; gâsıp gibi olur.
Satıcı, onu elinden çıkarabilir.
Teslim" lafzı ihtiyar olundu; Çünkü, bu lafızdan satıcının izninin olduğu anlaşılır. Bunun için, "teslim edildi." lafzını yazarız.
İmâm Muhammed (R.A.), el-Asl'da "alıcı ve satıcının satılanı görmelerini" söylememiştir. Bu da elbette gereklidir. Zira, ilim ehlinden bir kısmı: "Görmeden satış caiz olmaz." buyurmuşlardır. Görmeden satın alışı da caiz olmaz.
Bazı âlimler de "Görmeden satmak caiz olur. Fakat satın almak caiz olmaz." demişlerdir. (Satan malını biliyor; fakat alıcı bilmiyor.)
Bazı, âlimler de: Her ikisi de caiz olur." buyurmuşlar ve ancak, "müşterinin görme muhayyerliğini" sabit görmüşlerdir. Satıcının görme muhayyerliğini ise sabit görmemişlerdir.
Bazı âlimler de: "Satışta satıcı; satın ahşda müşteri muhayyer olur. Bunu yazmak da —satışın caiz olması ve muhayyerliğin kalkması için— elzemdir.*' buyurmuşlardır.
Şurût ehli, bunun yazılması hususunda ihtilaf ettiler:
Semtî: Filan, filan ikrar eylediler. İkisi de yazılı olduğu gibi hu-dutlarıyle birlikte tamamım gördüler. Dâhilinde ne var ve haricinde ne varsa, hepsini açıkladılar. Az çok, ne varsa, sözleşme zamanı olanları gördüler; tanıdılar. Sonra satışını kabul eylediler." diye yazardı.
Ebû Zeyd'de, şöyle yazardı: Gerçekten filan (ya'ni müşteri) Yazılı yerin tamamına baktı ve razı oldu."
Semtî'nin söylediği daha güzel ve doğrudur. Çünkü ba'zı âlimlere göre, bir kimse bir şey satar veya satın alır ve onu da görmez; satış zamanı muayeneside olmazsa (yani hazırda olmazsa) işte bu caiz değildir. Biz "sözleşme zamanı gördük; yazdık." diyenlerden taharrüz ettik. (- kaçındık.) Önceki görüş, muhtaç olunmayan görüştür. Onu da söylemek, te'kid olur.
Âlimlerimize göre, satın alan şahıs evin dışına bakar da bir şey görmezse; onun görme muhayyerliği bâtıl olur. İmâm Züfer (R.A.)'e göre, evin haricinde ve dahilinde ne varsa, iyice bakar. Hasan bin Zi-yâd ev satın alan şahsın, onun azına da, çoğuna da bakması ve diğer yerlerine, binalarına ve emsali yerlerine iyice bakması görme muhay-yerliğindendir." buyurmuştur.
Biz, ihtilaftan hazerle (kaçınarak) bu şeyleri yazdık.
İmâm Muhammed (R.A.), —yukarıda geçtiği gibi— "akid yapan alıcı ve satıcı birbirlerinden ayrılırlar." demedi.
Hassaf da, onu yazmadı.
Şurût ehli ise, umumiyetle onu yazarlardı. Çünkü İmâm Safî (R.A.)'ye göre, akidleşenler için ayrılmadan önce meclis muhayyerliği vardır. Bizim indimizde ise meclis muhayyerliği yoktur.
Çok kerre aralarında münazaa olur. Şafiî itikadına göre, onlardan birisi: "Ben meclisten ayrılmadan önce akdi fesh eylemiştim." der; diğeri de akdin geçerliliğini iddia eder. Bundan dolayı, biz "bu alım—satımdan sonra, akdin geçerli olduğu hâlde birbirinden ayrıldılar." diye yazdık. Böylece münazaa kesilmiş olur.
Şurut ehli bunun yazılması hususunda kendi aralarında ihtilaf eylediler.
Ebû Yezid eş-Şuiûti "Her ikisi de alım—satıma razı oldukdan sonra, tamamen ayrıldılar." diye yazardı.
Tahâvî de aynı şekilde yazardı.
Tahâvî müşteri hakkında, "bu ihtiyata daha yakındır." diye söylemedi ki, müşteri satın alınanı ikrar etmiş olsun. Zaman geçer ve sonra, bir gün o yere bir hak sahibi çıkarsa; —ba'zı âlimlerin kavline sözüne göre— müşteri satıcıya parası için müracaat edemez.
İmâm Muhammed (R.A.), şöyle buyurdu:
Bu akde belirli şahitler şehâdette bulunurlar.
Ehl-i şurûttan ba'zılan: "Bunu yazının evveline yazarlar." dediler.
Bize göre, en güzeli, şahidlerin şehâdetini yazının sonuna yazmaktır. Daha güzeli, şahitlerin isimlerini de tesbit edip yazmaktır. Mebsât'ta da böyledir.
İmâm Muhammed (R.A.) kısa kesip, başka bir şöy söylemedi.
İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ve İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'da, böylece kısa kestiler. Ehl-i şurût, Yûsuf bin Hâlid, Hilâl ve Ebû Zeyd şöyle yazarlar "Belirli şahitler, filân ve filana karşı, bu yazıda olanın tamamına ve her ikisinin vazıda olanın hepsini bildiklerini, ikrar eylediklerine ve onun sahih ve caiz olduğuna; şu senenin, şu ayının şu gününde akdin yapıldığına" şahitlik yaptılar.
Ebû Yezid eş-Şurûtî, daha da uzun yazardı.
Yûsuf bin Haüd ve Hilâl şahitlerin şehâdetlerinin de, bunların is-batı için yazılmasını ihtiyar eylediler.
Müteahhirin âlimlerimizden bazıları, şöyle derlerdi: Bu yazı, üzerinde durulan şeylerin tamamına (yani satış, satın alış, satın alanın teslim alması, satanın bedelini teslim alması gibi şeylerin tamamına) şamildir.
Akidleşenlerin birbirinden rızaları ile ayrılmaları gerekirse, taz-k minati söylemeleri de gerekir.
Bunlar, hakiki şahitlerin üzerinde duracağı şeylerdir. Bu şahitlerin şehâdet edemiyecekleri ise satişda, suma yapmalarıdır. Taraflar kendi aralarında bir bedel kararlaştırıp, "bu, gizlide bin dirhem aleniyette (= açıkta) ise iki bin dirhem" demelerine de şahitler şehâdet edemez. Keza alıcı ve satıcının görmeleri, hakiki şahitlerin üzerinde duramıyacağı şeydir. Çünkü şahit, kendisinden başkasının gördüğüne vâkıf olamaz. Çok kerre insan bir şeye bakar, fakat onu göremez ve ona vakıf olamaz.
Keza, hakiki şahitler onların ne düşündüklerine de vakıf olamazlar. Ancak, şahitler bunları onların ikrarına göre söylerler ve bilirler.
Ebû Zeyd, "akılları başlarında; işlerinin caiz olduğu hâlde" sözlerini de yazardı.
Tahâvî'de aynı şekilde yazardı. Tahâvî, "en sağlam, en ihtiyatlı diye yazmazdı.
Şahitlerin, sözleşme yapan satıcı ve satın alıcıyı tanıdıkları isim ve künylerini bildikleri de yazılır mı?
Semtî ve Hilâl bunları yazmazlardı; diğerleri bunları da yazardı.
Müteahhirin âlimlerinden bazıları şöyle buyurmuşlardır: Ahş-veriş yapan kimseler, insanlar arasında tanınan, şöhret bulmuş kimseler ise, onu yazmaya hacet kalmaz.
Şayet tanınmış kimselerden değillerse, onlara karşı yapılacak şahitlik için yazılırlar.
Onları her yönleriyle bilmek gerekir.
Huzurda olmadıkları veya öldükleri zaman, isimleriyle ve ne-sebleriyle tanımaya ihtiyaç vardır.
Akidleşenlerin ikrarlarına itimat etmek caiz olmaz. Umulur ki, onlardan her biri, ismini ve nesebini, bir başkasının ismi ve nesebi olarak söyler ve satılanı başkasının mülkünden çıkarmak ister. Böyle bir durumda ise, akid yapanların isimleri ve nesebleri hakkında itimat etmek, başkalarının mülkünü ibtâle sebep olur. Bu hususta, insanlardan çoğu gaflettedirler; tanımadıkları iki kişiden ahm-satım lafzını veya karşılıklı ahm-verim ikrarını duyunca sonra da ve satılan şeyin sahibi öldükten sonra, o isimle şahitlik ediyorlar. Halbuki onların bilgileri yoktur. İnsanların emlâkim korumak ve nefsini de yalan ve iftira etmiş olmaktan korumak için, bu gibi şahitliklerden kaçınmak gerekir