Ayrıntılı Konu Bilgileri
Sayfa BaşlığıKonu: Rock Tarihi
Mesaj SayısıMesaj Sayısı: 1 cevap var
OkumaGösterim: 2019
Google Özel Arama

Gönderen Konu: Rock Tarihi  (Okunma sayısı 2019 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

    sevdaligul

  • Administrator
  • *

  • İleti: 13121
  • Nerden: Konya
  • Rep: +6511/-0
  • Cinsiyet: Bay
  • GüLe SeVDaLı Bir GeNç
    • MSN Messenger - sevdaligul@gmail.com
    • Profili Görüntüle GüLe SeVDaLı BiR GeNçLiK
  • Çevrimiçi
Rock Tarihi
« : 12 Temmuz 2007, 21:31:09 »


 

derleyen arkadaş tşkrler alıntıdır ...


Bu kırk yıllık süre içerisinde, onlarca ülkede yine onlarca alt türüyle rock, pek çok müzikal tavrı etkilemekle kalmadı, kendine ait bir kültürü de yarattı. Ortaya çıkışıyla bugün geldiği nokta arasında -doğal olarak- önemli farklara sahip olan bu müzik türü, kendini müzik endüstrisine kurban ettiği halde ve yine bu müzik endüstrisine rağmen ilkelerini korumaya çalışıyor. Artık “rock” denildiğinde akla ilk gelen şey, siyahlar giyinmiş uzun saçlı gençlerin sert, sinirli tonlar eşliğinde kafa salladığı, duman altı konser salonları değil. Rock’u artık yalnızca kendine “rocker”** diyen gençler de dinlemiyor. Ve asıl önemlisi rock artık “muhalif” olmakla eş anlamlı değil.

Kapitalizmin özellikle metropollerde yarattığı adaletsizliğe tepki, bu sistemin getirdiklerini kabul etmeme, dünyanın sömürülmesine karşı çıkma düşünceleriyle ortaya çıkan rock; bugün müzik endüstrisi ve onun “piyasa”sının elinde ciddi savrulmalar yaşamaya devam ediyor.

Rock, kapitalizmin bilinen kuralını sorunsuzca uygulayıp başarılı olduğu başlıklardan biridir, demek yanlış olmayacaktır: Muhalif olanı kendi kurallarına göre tekrar şekillendir, ondan kazanmanın yollarını bul, böylece “isyan”ı yozlaştırdığın gibi para kazanmaya da devam et, bir taşla iki kuş vur!

Rock; 1960’lı yılların başında rock’n roll’a yeni bir biçim getiren İngiliz müzik grupları ile ortaya çıktı. Vokal melodi ve çoğu kez buna eşlik eden bir vokal armonisini destekleyen elektrik gitar, bas gitar ve davulla yapılan müzik olarak tanımlanır. Org, piyano ya da synthesizer da, alt türlerin pek çoğunda kullanılır. Yine “rock”un ilk dönemlerinde bakır ya da ağaç üflemelilere, özellikle saksafona sıkça rastlanılır. Üflemeli çalgıların 1990’lı yıllarla birlikte yavaş yavaş etkisini kaybetmeye başladığını da ekleyelim.

Rock, çok geniştir ve sınırlarının tanımı da bir o kadar belirsizdir. Derdini sert tonlarda anlatan, diğerlerine göre hızlıca ve kolaylıkla söylenip çalınabilen bu müzik türü, birçok müzik türünün karışımıyla ortaya çıktı. Rock’un ne olduğunu anlatmaya başlamadan önce onu ortaya çıkaran bazı müzik türlerine göz atmakta fayda var.

1600’lerin başında Afrika’dan Amerika’ya getirilen siyah köleler, büyük pirinç tarlalarında çalışmaya başladılar. Köleler bu toplu çalışmalar sırasında hep birlikte şarkı söylüyorlar, söyledikleri şarkıların sözlerinde de özgürlüğü, köleliğin getirdiği haksızlık ve adaletsizlikleri, buna karşı olmayı, birliği, mücadele etmeyi ifade eden sözlere yer veriyorlardı. Bir süre sonra, cumartesi geceleri eğlenme hakkını elde eden köleler, bu eğlencelerde özgürlük mücadelelerini yüksek sesle dile getirmeye başladılar. Blues*** bu toplu çalışmalar ve eğlenceler sırasında doğdu; köleliğin 1800’lerin ortalarında kaldırılmasında da etkili bir role sahip oldu.

Bununla birlikte zorla Hıristiyanlaştırılan siyahlar, dinsel ayinleri sırasında dans, çığlık atma, ritim tutma gibi Afrika’dan getirdikleri bazı tapınma yöntemlerini Hırıstiyan dualarına soktular. Gospel****; siyahların beyazlardan aldığı ibadet yöntemlerinin içine “Afrikalı” ritimleri ve coşkuyu katarak ortaya çıkardıkları yeni bir müzik tarzının adı oldu.

Dini içerikli müziklerin yanı sıra özellikle siyah olmayan göçmenler tarafından gitar, banjo ve mandolin ile icra edilen folk***** da gelişimini sürdürmeye devam ediyordu.

1800’lerde köleliğin kaldırılmasının ardından diğer bölgelere giden siyahlar, kuzeyde İrlandalı ve İskoç göçmenlerden kemanı, güneyli göçmenlerden de gitar ve mandolini öğrenme fırsatı buldu. 1900’lere gelindiğinde blues artık geniş çevrelerin tanıdığı bir müzik türü olmuştu. Müzisyenler, yaşadıkları değişik bölgelerin kültür ve etnik yapısından etkileniyor, bu etkilenmeyi farklı blues türlerine kaynak yapıyorlardı. Müzik endüstrisi de bu dönemde yeni yeni oluşuyor, ırkçı tepkilerin olabileceği riskini de alarak blues kayıtlarından oluşan plakları piyasaya sürmeye başlıyordu.

1930’lu yıllarda blues, Louis Armstrong, Ella Fitzgerald ve Billie Holiday gibi sanatçıların çabalarıyla, caz ile buluştu. Müzik, katıldığı her formla birlikte yeni bir forma bürünüyordu. 1940’lı yıllara gelindiğinde blues, teknolojiyi de kullanarak gücünü artırmaya devam etti. Blues’in en iyi yorumcusu olarak kabul edilen B.B. King, 1948 yılında ilk siyah radyosu olan WDIA’da program yapmaya başladı. Bu, siyah toplumun hakları için önemli bir gelişmeydi. Çalgılardaki yenilikler ve genç müzisyenlerin çabaları “jump”, “boogie” “R&B” (Rhythm and Blues) gibi yeni yeni formları ortaya çıkarmakta gecikmedi. Öbür yandan gitar, banjo ve kemana dayanan ve daha çok beyazların icra ettiği ‘folk’ da ‘country’ gibi formlarla gelişimini sürdürüyordu.

İsimlerini belki de aklımızda tutmaya zorlanacağımız bu türler içerisinde rock’n roll’a ve dolayısıyla rock’a geçişteki son yapı taşı R&B’dir (Rhtyhm and Blues). R&B’nin oluşmasında, 1940’lı yıllarda ekonomik nedenler yüzünden güneyden kuzeye göç eden siyah blues ustalarının, gittikleri yerlerde piyano ve nefesli çalgılarla tanışması etkili olmuştur. R&B, o güne kadar oluşturulan bütün siyah müzik türlerinin bir karışımıyla ama ‘blues’un armonik çatısı altında oluşmuş bir müzik türüydü. İlk dönemler yalnızca siyahların radyo istasyonlarında çalan bu yeni tür, kısa süre sonra alt ve orta sınıf beyaz gençleri de etkilemeye başladı. 1950 yılına gelindiğinde beyazlar da R&B yapmaya başladı ama beyazların yaptığı bu müzik türüne ilginçtir, “rock’n roll” adı verildi. Bu isim değişikliğini ünlü rock’n roll piyanisti Fats Domino şu şekilde anlatmıştır: “Biz, New Orleans’da 15 yıl öncesine kadar rock’n roll’a ‘R&B’ derdik”.

“Beyaz” rock’n roll özellikle genç kesimleri çok etkiledi. Gençlerin önlenemez “değişim” talepleri kendini bu müzik türünde bulmaya başladı. Bu durum, siyahların yaptığı müziğe geleneksel karşı çıkış tavrını sürdüren beyazları da pazara dâhil ettiği için tam anlamıyla müzik endüstrisinin ekmeğine yağ sürdü. Chuck Berry ile başlayıp Elvis Presley ile tanınan bu tür, ABD’nin 2. Dünya Savaşı sonrası dünyaya pazarlamağa çalıştığı yeni bir kültürün de aracısı olacaktı. Bütün dünya rock’n roll ile uyumaya, rock’n roll ile uyanmaya başlamıştı. Ne yazık ki rock’n roll’un ömrü umulandan daha kısa oldu. 1960’lara gelindiğinde gerek gençlik gerek müzik endüstrisi daha yeni bir müzikal türe ihtiyaç duyuyordu.

Bu geçiş döneminin şüphesiz en önemli ismi “60 gençliğinin lideri” Bob Dylan’dı. Dylan’ın yaptığı şarkılar, form olarak, ne rock’n roll ne de folk içerisinde tanımlanabiliyordu. Toplumcu folk şarkıları dinleyerek büyümüş olan Dylan, Woody Guthrie’nin bu toplumcu-politik folk müzik geleneğini dönemin yeni müziğiyle birleştirdi.

Ortaya çıkan müziğin adı “folk rock” olurken Dylan da özellikle “Blowin’ in the Wind” ve “Masters of War” (Savaşın Efendileri) şarkılarıyla 1960’lara damgasını vuran ve “protest şarkı” kavramını ortaya çıkaran müzisyen oldu. Yüzyılın en önemli müzisyenlerinden kabul edilen Dylan, şarkılarında emperyalist savaşlara, silah tekellerine, siyahlara yönelen ırkçılığa, sosyal eşitsizliklere ve sınıf farklılıklarına dikkat çekiyordu. Bob Dylan’ı anlatmak başlı başına bir yazı konusunu oluşturacağı için, şimdilik onun ‘rock’un oluşmaya başladığı dönemde çok önemli bir role sahip olduğunu bilmemiz yeterli olacaktır.

ABD’de Rock’n Roll’un yarattığı etki kısa süre içerisinde başka ülkelerde, özellikle İngiltere’de farklı bir biçime büründü. 2. Dünya Savaşı sırasında İngiltere’ye gelen ABD askerleri, savaş sonrasında ülkelerine dönerken beraberlerinde getirdikleri birçok blues ve rock’n roll albümünü İngiltere’de bırakmıştı. İngiltere’de bu albümleri dinleyen bir kuşak büyüyordu. 60’lı yıllara gelindiğinde rock’n roll dinleyen bu genç İngilizler, 30’lu yılların blues gitaristlerinden etkilenmekle birlikte blues, boogie, gospel, r&b türleri arasında yeni bir tarzın peşine düştüler. Bu tarz sonraki 40 yıl içerisinde dünya gençliğini en çok etkileyecek müzik türü olan ROCK olacaktı.

Rock’un en önemli isimlerinden “The Rolling Stones” işte tam bu dönemde kuruldu. Onu kısa süre içerisinde ortaya çıkan Beatles ve Animals takip etti. Bu grupların erken dönem müziklerinde ABD kökenli rock’n roll, blues ve r&b etkileriyle birlikte kısa süre içerisinde hızla gelişen yeni bir tarzın ana çizgilerini görürüz. Bu dönüşüm özellikle Beatles’ın yaptığı müzikte karşımıza çıkar. Beatles ilk dönem albümlerinde daha önce değindiğimiz blues, gospel, boogie ve rock’n roll yapmış fakat ikinci albümlerinden itibaren bu tarzlardan uzaklaşmaya başlamıştır. Dönemin en çarpıcı isimlerinden biri de Eric Clapton olacaktır. “Cream”de gitar çalan Clapton, ciddi blues etkilerinin yanı sıra yeni bir gitar çalımının öncüsü olacaktı. Clapton’u rock’un efsane isimlerinden Jimi Hendrix takip etti. Hendrix, sanılanın aksine blues kalıplarından çıkmadan ve hatta böyle bir çaba göstermekten kaçınarak gitarda arayışlarına devam ediyordu.

Diz Çökerek Yaşamayın!

İngiltere’de bu gelişmeler yaşanırken ABD, uzun yıllar etkisini sürdürecek bir “çiçek çocukları” deneyimini yaşıyordu. ABD’nin emperyalist savaş politikalarının ardından Vietnam’a saldırması, bu savaşta birçok Vietnamlı’nın ve Amerikalı’nın ölmesi “çiçek çocukları” hareketini tetiklemiş, bu da doğal olarak dönemin müziğine yansımıştı. ABD’nin Vietnam’ı işgalini ve bir bütün olarak Amerikan değerlerini protesto eden on binlerce genç ütopik bir yaşam kurma düşüncesiyle San Fransisco yakınlarında bir kasabaya yerleşti. Bu gençler her türden emperyalist işgale, baskıcı sistemlere, savaşa karşı çıkıyor, sabahlara kadar yaktıkları ateşler etrafında şiirler okuyor, şarkılar söylüyor, uyuşturucu kullanıp “cinsel özgürlük”, “tabular yıkılsın” sloganlarıyla toplumsal özgürlük taleplerini dile getiriyordu. Ünlü “savaşma seviş” sloganı bu hareketin bir ürünüdür. Bu topluluğu oluşturanların çoğunluğu orta sınıf beyaz gençlerdi. Aynı yıllarda doğu dinlerine olan ilgi de artmıştı. Bu doğu modasıyla birlikte müzisyenlerin ve dinleyicilerin uyuşturucuya olan ilgileri de bir anda artmış ve özellikle LSD, henüz yasaklanmadığı için aspirin kadar çok kullanılır hale gelmişti. Çiçek Çocukları’nın adını “Karşı Kültür” koydukları bu tarz bütün dünyada ünlenecek “hippi” akımını doğurdu. Hippi olmak bir yaşam felsefesi haline geldi, Avrupa’dan Asya’ya ve çoğunlukla “moda” olarak algılanarak kısa sürede bütün dünyaya yayıldı.

İngiltere’de ortaya çıkan ve yükselişini sürdüren rock’un yolu işte tam böyle bir dönemde ve ilginç bir şekilde çiçek çocukları ile kesişti. Dolayısıyla bu karşı kültürün sözcülüğünü de rock grupları yapmaya başladı. Artık rock, içeriğinde ağırlıklı olarak dünya sorunlarına ve çözüm yollarına da yer veriyordu: The Doors “Yabancı bir elin yardımını bekliyorum” derken, Rolling Stones “Yuvarlanan taşlar gibi evsiz olmak”tan bahsediyor, The Who “Yaşlanmadan ölmek istiyorum” diyordu. Bu genç kesimin en önemli politik tavrı emperyalist savaşlara karşı olmasaydı. Akademik değer yargılarına, kapitalist eğitim ve yaşam biçimlerine de karşıydılar. Fakat çok kısa bir süre içinde “çiçek çocuk” olmak da bir “moda” haline getirildi. Çiçek çocukları, tepkiselliklerine tutarlı bir politik yaklaşım katamadıkları ve çözüm anlamında yeni bir şey öneremedikleri için 70’li yıllar ve Woodstock konserleriyle birlikte tarih sahnesinden çekildiler.

60’lı yılların başında İngiltere’de takım elbiseli, kravatlı kolej çocukları Beatles ve onun tam karşıtı hırpani “Rolling Stones” ile ortaya çıkan rock, 70’lere geldiğinde egemenlerin gözünde çiçek çocuklarının da etkisiyle ile birlikte deyim yerindeyse “serseri”leşmeye başlamıştı.

Bütün bunların yanı sıra Bob Dylan’ın ‘protest rock’u bütün dünyada yankısını bulmuş, tam anlamıyla bir patlama yaratmıştı. Savaş karşıtı gösteriler Dylan’ın şarkılarıyla başlayıp bitiyordu. Dylan, ‘rock’u ısrarla politik çizgide tutuyordu. Aynı yıllarda İngiltere’de Beatles’tan ayrılan John Lennon da sol politik söylemlerle özellikle entelektüellerin ve aydınların ilgisini çekmeye başlamıştı. Lennon, din, cinsellik ve medya ile uyutulan, kendisini akıllı, sınıfsız ve özgür sanan insanlara -böyle düşündüklerinde- bir hiç olduklarını hatırlatıyor, yaşamın onurlu gerçekliğini “işçi sınıfı kahramanı” olmakta görüyordu.

Çiçek çocuklarına göre çok daha politik bir çıkış olan 68 öğrenci hareketleri müziğin de çehresini değiştirdi. 68 kuşağı, artık eski çiçek çocukları kadar iyimser ve pembe düşler içinde değildi. Pasifist olmak yerine daha aktif bir mücadeleyi benimseyen bu akım müziğe de ilham vermekte gecikmedi. Soğuk savaş rüzgârlarının estiği 70’li yıllar bütün dünyada radikal ve sert politik olaylara sahne oldu. Doğal olarak da gençlik bu sert, acımasız gerçeklerden payına düşeni alarak isyancı bir çizgiye her zaman yakın durdu. Aynı yıllarda dünyada kapitalizmin yoz değer yargılarına ve burjuvazinin yerleşik düzenine karşı kitlesel bir karşı çıkış yaşanıyordu. Doğal olarak müzikal biçim de değişmeye başlamış, garip bir biçimde tınılar gittikçe elektrikleşmiş, ritimlerde daha da sertleşme başlamıştı. Dünyanın en ünlü müzik topluluklarından Pink Floyd işte bu yeni dönemin öne çıkan ismiydi. Grup, en ünlü şarkılarından “Another Brick in the Wall/ Duvardaki Başka Bir Tuğla”da eğitim sistemine köklü bir eleştiri getiriyordu:

“Eğitime ihtiyacımız yok / düşüncelerin kontrol altına alınmasına da ihtiyacımız yok / sınıflarda aşağılanmaya da / öğretmenler çocukları rahat bırakın / hey, öğretmen, rahat bırak o çocukları / hepsi duvarda yalnızca başka bir tuğla / çevremde silahlara ihtiyacım yok / beni sakinleştirecek uyuşturuculara ihtiyacım yok / duvardaki yazıyı görüyorum / bir şeye ihtiyacım olduğunu sanma sakın / duvardaki tuğlalarsınız siz hepiniz…”

Pink Floyd’un yanı sıra, konserlerinde şov ve görsel efektleri kullanan Genesis, senfonik rock’un öncüleri Moody Blues, Jethro Tull ve Yes, ‘hard rock’ta Deep Purple, Who ve Led Zeppelin dönemin gözde grupları oldu.

60’lardan 70’lere girildiğinde müzik grupları da “süper”, “mega” gruplar haline dönüşmeye başlamıştı. Gruplar daha kapsamlı turnelere çıkıp stadyumları dolduruyor, görkemli sahne şovları ile her konseri daha törensel bir atmosfere çeviriyordu. 60’larda kurulan Jethro Tull, The Moody Blues ve Pink Floyd gibi İngiliz grupları, teknik açıdan kusursuzlaştılar. Black Sabbath, Led Zeppelin gibi gruplar müziğin çizgisini sevimli hippi kültüründen uzaklaştırıp daha karanlık ve mistik temalar üzerinde yoğunlaştılar. Kuzey Amerika’da ise Stills and Nash ve The Eagles gibi gruplar Pink Floyd gibi grupların aksine her şeyin akustik olmasından yana bir tavır içine girdiler.

Bütün bu gelişmelerle birlikte rock da artık müzik endüstrisinin en önemli gelir kaynağı olmayı başarmıştı. Plak satışları ve konser gelirleriyle, rock, pazar payının artık en büyük dilimini oluşturuyordu. Özellikle Beatles ile başlayan yan ürün pazarı da ticari kazancın artmasını, grupların birer fenomene dönüşmesini sağlıyordu. Örneğin Beatles ABD’ye ayak basar basmaz sansasyonlar yaratmaya başlamış, beslenme çantalarından bardaklara, sakız paketlerinden John Lennon yastıklarına kadar bir yan ürün pazarı oluşmasına neden olmuştu. Artık rock, müziğin olduğu kadar modanın da yüzünü değiştirecek, pazarı daima canlı tutacaktı.

Rock daha önce hiç olmadığı kadar çok ciddiye alınıp popülerleştikçe müzisyenler de kendilerini “klasik müzik” icracıları Mozart, Beethoven gibi ilahlaştırmaya başladı. Bu müzisyenler milyonlarca dolarlık elektronik aletler, stüdyolar, villalar, okyanusta satın alınan adalarla zenginlik içerisinde yüzerken, ‘rock’un muhalif çizgisinden de gittikçe uzaklaşıyorlardı.

İşte tam böyle bir dönemde bütün bu gelişmelere bir tepki olarak “punk rock” ortaya çıktı. Anti-tez The Clash ve Sex Pistols’ın öncülüğünde ortaya çıkmış, özellikle 70’lerin başlarındaki ‘rock’a ve tabii ki onun müzisyenlerine lanet okumaya başlamıştı. Bu yeni akıma göre rock artık para, şan, şöhret aracı olarak kullanılmaktaydı, ticariydi ve bu, hızla terk edilmesi gereken bir tutumdu. Punk özellikle İngiltere’de yaydığı anarşist düşünceler nedeniyle devlet tarafından tedirginlikle karşılandı. Punk yapan gençler çoğunlukla işçi mahallelerinde elden düşme çalgılarla müzik yapan işçi çocuklarıydı. Anti-faşist ve anti-kapitalist düşüncelere uzak olmayan bu gençler özellikle Kraliçe’nin ırkçı ve aileleri üzerindeki kapitalist programlarına karşı çıkıyordu. Öyle ki Sex Pistols’un “God Saves the Queen / Tanrı Kraliçe’yi Korur” isimli şarkısı ülke çapında en çok dinlenen şarkı olunca Kraliçe’nin iktidarına gölge düşürecek tartışmaları tetiklemişti:

“Tanrı kraliçeyi korur / onun faşist rejimini / sizi geri zekâlı yaparak / potansiyel bir hidrojen bombasına dönüştürürler / tanrı kraliçeyi korur/ onda insanlık aramayın / zaten İngiltere rüyasının bir geleceği de yok”

Punkçular 70’li yılların uzun ve karışık gitar soloları ile dolu şarkıları yerine kısa ve özentisiz şarkılar yapmaya başlayıp, o güne değin hiçbir rock türünde görülmeyen şiddet ve kargaşaya yaslandı. 70’lerin ikinci yarısında ‘rock’un isyankâr misyonunu yüklenen ‘punk’ta kalite ve hoşa gitme kaygısından uzak bir anlayış hâkimdi. Hatta Sex Pistols sahnede o kadar basit ve deyim yerindeyse “ilkel” çalıyordu ki, izleyenler ister istemez “bunu ben bile çalabilirim” kanısına kapılıyordu.

Mükemmel olma kaygısından uzak punk, hızla genişleyerek ‘rock’a yeni bir nefes kazandırdı. Fakat her zaman olduğu gibi müzik endüstrisine eleştiriler getiren ve onun en büyük düşmanı olan bu akım da kendini diğer bütün rock çılgınlıkları gibi kısa sürede endüstri tarafından yutulan ve “moda” haline getirilen bir akım olmaktan kurtaramadı.

Rock, 80’li yıllara Heavy Metal patlamasıyla girdi. Kökeninin 1960’lı yıllarda Hard Rock’a dayandığı bu “karmaşık” ama bununla birlikte olabildiğince “sert” müzik akımı, küfür etmeyi kendine amaç edinmişti. Tepkisini sert tınılar içerisinde çığlık çığlığa küfrederek ifade etmeye çalışan bu akım, demokratlar, anarşistler hatta ırkçılar gibi çok farklı kesimlerden kitleleri etkilemeyi başarmıştı.


Aklımdaki sensin
Fikrimdeki Sen
Sen tekderdimsin
Gülüm Benim

    sevdaligul

  • Administrator
  • *

  • İleti: 13121
  • Nerden: Konya
  • Rep: +6511/-0
  • Cinsiyet: Bay
  • GüLe SeVDaLı Bir GeNç
    • MSN Messenger - sevdaligul@gmail.com
    • Profili Görüntüle GüLe SeVDaLı BiR GeNçLiK
  • Çevrimiçi
Rock Tarihi
« Yanıtla #1 : 12 Temmuz 2007, 21:31:22 »
Deep Purple, Led Zeppelin, Cream ve Black Sabbath gibi gruplar Hard Rock’un sert tınılarının arasından Heavy Metal’i ortaya çıkaracak önemli bir işlevi yüklendiler. Bu grupların “düşene kadar sallan” konserleri saatler süren dini ayinlere dönüşüyordu. Black Sabbath, Hard Rock’tan Heavy Metal’e dönüşümün son halkasını oluşturdu. Grup, gerek kullandığı giysiler, gerek şarkı sözlerinde işlediği temalar bakımından ülkemizde de çok tartışılan “Satanizm”e açık kapı bırakıyor, bu davranışıyla çocuklarını korumak isteyen ailelerin korkulu rüyası olmayı başarıyordu.

Aslında 80’li yılların rock açısından çok verimli yıllar olmadığı açık. Bunda o yıllarda İngiliz ve ABD emperyalizminin dünyaya daha çok müdahale etmeye başlamasının, kapitalizmin dünya ekonomisini kendi çıkarına baltalamasının payı büyüktür. Kitle iletişim araçlarının gelişimi ve bu araçların politik nedenlerle “rock”a önem vermemesi, türü zor bir döneme sokar. Artık müzik elektronikleşmiş; TV izlemek kitlelerin birincil kültürel faaliyeti durumuna gelmiş; şarkılar video klip olmadan anlamsızlaşmış; gitarın yerini elektronik, yapay sesler almıştır. Irkçı ve hatta doğrudan faşist propaganda yapan rock gruplarının ortaya çıkması tam da bu yıllara rastlar. Irkçı ingiliz grubu Iron Maiden, nazi taraftarı kiSS, açılımı “Anglo Sakson Beyaz Protestanlar” olan ırkçı WASP (White Anglo Saxon Protestans) ve sağcı Quenn dönemin popüler grupları haline gelmiştir. Bu gruplar ABD ve ingiliz emperyalizminin destekçisi oldukları gibi, müzik endüstrisine geçici bir soluk da aldırmışlardır.

Kimilerince saçma bulunan kostümleri, ağır makyajları olan bu gruplar, 90’ların başına kadar ayakta durmayı ancak başarabilmişlerdir. Aerosmith, AC/DC gibi gruplarla ciddi etkiler yaratan Heavy Metal, 90’lı yıllara doğru kendi içinde başka türlere evrimleşecek ve giderek etkisini kaybedecektir. Guns and Roses yukarıda adı geçen gruplar gibi değildir. Grup, Heavy Metal/Hard Rock akımı içerisindeki grupların belki de en çok tanınanı, ticari olarak en çok kazananıdır. Kendine has bir tarz yakalamış, bunda oldukça başarılı da olmuştur. Grubun çalışmaları yıllar sonra bile pek çok genç müzisyen için ilham kaynağı olmuştur.

Bütün bu gelişmelere rağmen solcu Rush ve Talking Heads, yine irlanda’nın IRA destekçisi ünlü grubu U2, rock’un isyancı yanıyla kitlelere seslenmeye devam ediyordu. Bir tavır olarak solda duran Dire Straits şarkı sözleri ve tartışmasız müzik kalitesiyle özellikle eğitimli kesimlerin ve aydınların baş tacıydı.

Bob Geldof’un öncülüğünde önce Afrika’daki açlar için düzenlenen LiveAid, sonra Mandela için düzenlenen barış konserlerine katılan onlarca müzisyen bütün kirlenmelere rağmen rock’un muhalif ve dayanışmacı yanından örnekler verdiler. Status Quo, Joan Baez, Black Sabbath, Sting, U2, Eric Clapton, Led Zeppelin, Bob Dylan, Dire Straits gibi ünlü müzisyenler bu tür konserlerde rock’un konser ve albüm performanslarının dışında başka şeyler de yapabileceğini göstermiş oldular.

70’lerin son döneminde ortaya çıkarak “kötü müzik yapan” Punk akımı yine bu yıllarda etkisini sürdürüyordu. Depeche Mode, Eurythmics gibi gruplar da dönemin moda klavye ve elektronik tınılarını rock’un içine sokarak etkili olmaya çalıştılar. ABD’de yaşayan siyahların alternatif müziği RAP, bu yıllarda popülerleşmiş ve sadece siyahları değil beyazları da kendi dinleyici profili içerisine almayı başarmıştı.

80’ler için; rock’un klasik akımlarının yanı sıra pek çok yeni akımın ortaya çıktığı ama sonuç açısından bakıldığında gerek işlev gerek müzikal kalite anlamında 70’lerin çok gerisinde olan bir dönemdir, demek yanlış olmayacaktır.

90’lara gelindiğinde her şey birbirine girdi. Rap ve yukarıda adı geçen metal, can çekişiyor, müziğin yazı dizimizde değinmediğimiz diğer bazı popüler türleri de “erotik” video kliplerle evimize konuk oluyordu. Dünya gençliğinin en büyük kültürel faaliyeti, evde oturup MTV izlemekten öteye gitmiyordu. Kitap okuma alışkanlıkları kaybettirilen kitleleri doğru çözümleyen müzik endüstrisi, televizyonlardaki müzik kanalları ile yeni bir çılgınlığı ülkeden ülkeye yayıyor, var olan ya da yenileri denenen akımları bir günde baş tacı ediyor ya da yerin dibine batırıyordu. Teknoloji ve müzik endüstrisi, dolayısıyla para, yine müziğe tercih edilmişti.

Müzik adına olumlu gelişmeler da yok değildi. 90’lı yıllar yeni bir akım olan ve bugün de etkisini sürdüren Grunge ile bizi tanıştırdı. iş güç sahibi olamamış, düzenin kaybetmeye zorladığı gençlerin garajlarda ortaya çıkardığı ABD Seattle kökenli bu “umarsız” müzik akımı özellikle Nirvana ile bütün dünyada yeni bir çılgınlığa ulaştı.

Hüzün ve karamsarlıkla bezenmiş, müzikal yanını yetmişli yılların “hard rock”undan, felsefesini de “punk”tan alan bu alternatif rock akımı; birçok yeni grubun oluşmasının ve bu grupların ciddi işler yapmasının önünü açtı. Grunge müzisyenleri “kirli” bir gitar tonu kullanıyor, sosyal yabancılaşma, olaylara ve kişilere ilgisizlik, özgürlük gibi temalara değiniyordu. Eğitimsiz ve çoğunlukla umutsuz bir alt ve orta sınıf kitleye seslenen Grunge; Nirvana, Pearl Jam, Soundgarden, Red Hot Chili Peppers gibi gruplarla 80’lerde etkisini ve kalitesini kaybeden rock’a yine yeni bir soluk kazandırma işlevini yüklendi.

Bu gruplara, farklı bir akım içerisinde olduğu halde R.E.M.’i de eklemek gerekir. R.E.M. ticari olma kaygısı gütmemiş, yaptığı şeyin kendisine önem vermiş, kaliteyi düşürmediği gibi kendini geliştirebilmiş müzik gruplarının başında gelir.

ABD’de bunlar olurken rock’un anavatanı ingiltere’de ise Oasis ve Blur öncülüğünde yeni bir akım oluşmuştu: Britpop. Endüstri bu akımı yeni bir “ingiliz istilası”na dönüştürmeye çalışsa da, bunda çok fazla başarılı olamadı. Yaptıkları müziğin temeline gitarı koyan bu gruplar, orta sınıflardaki ingiliz gençleri etkilemeyi başarmıştı. Yine Radiohead, dönemin en nitelikli grubu olarak kabul ediliyor, rock ayakta durmaya ve iyi ürünler vermeye çalışıyordu.

Aynı yıllarda ingiltere kökenli Manic Street Preachers da farklı duruşuyla ilgi çekiyor, şarkı sözlerinde ve katıldıkları etkinliklerde sol politik bir tavrı koruyordu.

Grup üyeleri 80’lerin başında Galler’de maden grevlerine tanık olmuş, “sınıf mücadelesi” kavramıyla iç içe büyümüştü. Kendisini sosyalist olarak adlandıran grup Küba’da konser bile vermişti.

Bununla birlikte artık her şeyi belirleme hakkını elde etmiş bir müzik endüstrisi vardı ve bu müzik endüstrisi “bunalımlı” grunge çılgınlığının sona ermesini, “sakalları kesilmiş ve saçları taranmış pırıl pırıl gençler”in işbaşı yapmasını istiyordu. Grunge 90’lı yılların sonuna doğru etkisini yitirerek yavaş yavaş müzik arenasından çekildi.

Gözden kaçamayacak kadar büyük bir gerçek var: Müzik ve özellikle rock, on yılda bir kendini yeniliyor, ciddi çıkışlar yaşıyor, hem kendine hem de müzik endüstrisine soluk aldırıyor ama bir süre sonra yine o aynı müzik endüstrisinin programına dahil oluyor; tüketiliyor ve etkisini kaybediyor.

2000’li yıllara girerken bu gerçek çok daha net bir şekilde kendini hissettiriyordu. Rock geçici çıkışlarını yapmış, tekrar gerileme sürecine girmişti. işte tam böyle bir süreçte “numetal” ve “rap metal” yine rock’un alt akımlarından etkilenerek ve aslında var olan bir şeyin döneme ve piyasaya uygun hale getirilmesiyle ortaya çıktı. Bu yeni akımlar, 80’li ve 90’lı yılların heavy metal tınılarına 2000’li yılların popüler hip-hop vokallerinin ve DJ’lerin rap altyapılarının katılmasıyla oluşmuştu. Linkin Park ile tanınan bu yeni akımlar ciddi bir kesimin (doğal olarak müzik endüstrisinin) dikkatini çekmeyi başardı.

Numetal’i ve rap metal’i tek başına bir akımın içine yerleştirmek bu yanıyla çok mümkün olmasa da temelinde heavy metal ve hip-hop olduğu açık. 90’lı yıllarda bazı rock grupları metal müziğin üstüne Hip-Hop vokalleri denediler. Sert tonlardan uzak duran ciddi bir rock müzik dinleyici kitlesi vardı.

Bu kitle günlük hayat içerisinde etkisini gittikçe artıran hip-hop’a da yakın duruyordu. işte bu iki farklı müzik türünü bir potada eritme düşüncesi çıkış noktasında ticari olmasa da ardından çok ciddi bir pazar yaratmayı başardı. Kalite yerine doğrudan lise çağındaki gençliği hedefleyen bu gibi yeni akımlar 2000’li yılların başında rock’un başka bir noktaya evrilmesinin de adı oldu.

Yazı dizimiz boyunca ‘rock’u ve onun nasıl geliştiğini, günümüze gelirken ne tür aşamalardan geçtiğini anlatmaya çabaladık. Rock, sanayi toplumunun gelişmesine paralel bir gelişme göstererek karmaşıklaşmaya devam ediyor. Makineleşme döneminde mekanikleşen tınılar, üretimin gitgide bilgisayarlarla programlandığı günümüzde bir öncekine benzer bir şekilde elektronikleşiyor. Rock’un altın dönemi olan 70’li yıllara dönmemiz mümkün olmasa da üretim devam ediyor, yeni gruplar ve şarkılar ortaya çıkıyor. Bu devinimin önüne geçilmeyeceği de çok açık. Eskilerden daha farklı ve yine “iyi” albümler ve sanatçılarla tanışacağız… “Bu dünyaya ait olmamak” düşüncesiyle, ortaya başka müzik grupları çıkacak, aynı düşünceyi savunan başka müzik türleri…

Rock, dünyada neler olup bittiğine gözlerini açan bir dönem gençliğinin hayallerinin ve umutlarının müzikal olarak dışavurumuydu. Kapitalizmin ve endüstrinin onu kendi çıkarları doğrultusunda “moda” yapması da, emperyalizmin ‘rock’u dünya gençliğine karşı bir yozlaştırma aracı olarak kullanması da bu gerçeği değiştirmeyecek. ‘Rock’u şu an cılız da olsa emperyalizme karşı dünya halkları cephesinden kullananlar da var; olması da kaçınılamaz. Rock belli ki bir süre daha “alternatif” olmanın göstergesi olacak. Sisteme “ağır” eleştiriler getiren şarkıların pek çoğu yine rock olacak. Bundan en azından bizim kuşkumuz yok.

Teknik olarak ‘rock’un geçen kırk yıl içerisinde aldığı biçimler bundan sonra ne olacağı konusunda da bize ciddi ipuçları veriyor. Kırk yıl içerisinde yaklaşık 150 alt tür oluşturmuş rock. Birçok alt tür, bir başkası ile kesişmiş, birbirinden ayrılmış, içinden başka türler çıkarmış. Oturup ‘rock’la ilgili yazı yazmak bu açıdan bakıldığında çok da kolay değil… Folk Rock, Progressive Rock, Alternative Rock, Indie Rock, Britpop, Punk, Funk Metal, Hard Rock, Heavy Metal, Grunge, Garage, Underground, Rap Metal, Thrash Metal, Black Metal, Gothic Metal, Doom Metal, Hardcore, New Wave, Pop/Rock, Acid Rock… Bunları tek tek, gerek teknik gerek felsefe olarak değerlendirmek, önemli temsilcilerinden örnekler vermek, bırakın bu derginin sayfalarını, büyükçe bir kitabın sayfalarını da aşacaktır. Yazı boyunca dönemler ve alt türler incelenirken anlattıklarımıza yardımcı olması açısından bazı grupların, kişilerin ismini andık. Metallica gibi, Cranberries gibi, Alanis Morissette gibi ismini anmadığımız pek çok grup ve sanatçı da oldu. Bunu yapmamızda yine işlenen konunun genişliği etkili oldu. Konunun genişliği nedeniyle söylediklerimiz sanırız anlaşılmıştır.

Yazı boyunca ‘rock’un anavatanı olan İngiltere ve ABD dışındaki ülkelerdeki gelişimine değinmekten özellikle kaçındık. Bu, birçok şeyin birbirine karışmasına neden olacaktı. Çok rahat bir şekilde anlaşılabileceği gibi ‘rock’la birlikte onlarca ülkede onlarca alt tür ortaya çıktı. İngiltere dışında öncelikle kıta Avrupa’sına daha sonra da bütün dünyaya yayılan rock, ülkemizde de yerel motiflere dayanan yeni bir tür ortaya çıkardı: “Anadolu Rock/Pop” olarak adlandırılan bu alt tür, batıda ortaya çıkan ‘rock’u temel alıyor ama ezgilerde ülke topraklarına yaslanıyordu. Türkiye topraklarında ‘rock’un ortaya çıkışı, geçirdiği aşamalar ve bugün geldiği durum başlı başına başka bir araştırmanın konusunu oluşturacaktır. ‘Rock’un hemen her ülkede benzer bir sürece girdiğini biliyor olmak şimdilik yeterli olur.

‘Rock’u anlatırken ortalama olarak on yılda bir ortaya çıkan “yeni” ve kendini yenileyen alternatif türlerin, kısa süre içerisinde “moda” haline geldiğinin, bunun da endüstri tarafından pazara soluk aldırması için kullanıldığının altını çizdik. Müzik endüstrisi bu kapitalist karakteriyle her zaman böyle oldu, bu sistem olduğu sürece de endüstrinin davranışı yine üç aşağı beş yukarı bu şekilde olacaktır. Deneysel çalışmaları, bazen var olana olan tepkinin bazen de bir arayışın sonucu olarak ortaya çıkan “yeni” ürünleri pazar haline getirmenin ve bundan para kazanmanın oldukça zor olduğu gibi bir gerçek de var. Sistem şu şekilde işliyor: Deneysel çalışmalar genellikle küçük yapımcıların, ülkemizde de örnekleri bulunan “idealist” müzik şirketlerinin sırtına yükleniyor. Riski alan küçük işletmeler zor koşullarda bu “yeni” olanı piyasaya sokmaya çalışırken olanakların azlığı nedeniyle çoğu kez yeniliyor, geriliyor. Az da olsa başarı kazanan yapımları tekeller satın alıp bu “yeni” olanı bir anda moda yapıyor, milyonlara varan satış rakamlarına ulaşıyor. Tekeller kazanıyor, piyasa geçici bir nefes alırken tüketici “yeni” bir sürecin kültürel etkisi altına giriyor. Rock, buna en çok tanık olan müzik türlerinin başında gelir.

Büyük bir çoğunluğa göre ‘rock’un 60’lı yılların başında ortaya çıkışından 70’li yılların ikinci yarısındaki “serseri” ‘punk’a kadar olan dönem ‘rock’un altın dönemi olarak adlandırılır. Bu dönem, aslında, bir tür tanımlaması içermeyen “klasik rock” ifadesiyle anlatılır. Beton mahallelerde yaşayıp fabrikalarda çalışan insanların köye dönüş özleminde olduğu gibi ‘rock’un “altın dönemi”ne övgüler düzülür. Eskinin kalitesi göklere çıkartılırken bugünün kalitesizliği yerilir. Böyle olunca da hemen her “yeni” grup eskilerden ünlü bir şarkıyı “cover”(*) yapar, video klipler çekilir ve tekrarlamacı müzik de nihayetinde kendini tekrar eden bir müziğe dönüşür.

Bugün aradan geçen onca yıla rağmen “seçki” albümleriyle, “best of”larla pazar diri tutulmaya çalışılıyor. Yeni kuşaklara Pink Floyd dinlemeden, Beatles dinlemeden gerçek bir “rocker” olunamayacağı anlatılırken, Nirvana’nın efsane solisti “Kurt Cobain” tişörtleri hala yok satıyor. Aslında değişen bir şey yok, sistem kendini tekrarlamaktan başka bir şey yapmıyor.

Endüstri ne derse desin rock ortaya çıktığı dönemdeki “muhalif” ya da “alternatif” kimliğinden bir hayli uzaklaşmış durumda. Ama rock, bize göre hala, kültürel bağlarını ailelerinden gitgide daha erken yaşlarda koparan gençlerin bütünleşme ve yetkinleşme sürecini ifade ediyor. Çeşitlilik, gençliği kendi kültürüyle, kendi kahramanlarıyla ve kendi kavgalarıyla var olan ayrı bir toplum haline getirir. Sistem ise gençliğe gelecekteki “tüketici” görevini öğretir: Kurallara boyun eğmek, dünyadaki her şeyi sahiplenmeye çalışmak fakat bununla birlikte yetişkinlerden kendini ayırmak için de “yeni”nin peşinde koşmak. Böylece, sistem tarafından, hem gençliğin doğal muhalif-aydın yapısına engel konmamış, ama kontrollü kılınmış, hem de rock gibi gene doğası gereği muhalif-isyankâr bir misyonu olan müzik, tehlikeli kulvarlara sokulmamış olacaktır. Yine de, bu döngüye giren her genç bireysel de olsa özgürlüğün kanallarını bir parça aralayabilmiş demektir. Elbette, bu özgürlüğün grup ya da toplumsallaşması bireyin, bir sonraki pratiği ile ilgili olacaktır. Müziğe, bir mücadele ve devrimci pratik ve görevleri tamamlama alanı olarak bakılamayacağı ortadadır. Fakat bu pratik toplumsal ve mücadeleci kimliği başlatacak olan, bireysel özgürleşme hareketine kaynaklık eden, en azından bunla sınırlı olarak bırakılmaya çalışılan, ‘rock’, gene ezber bozan, sistem dışına taşan o ruhu ile toplumsal duyarlılıkları ve örgütlü mücadele gereksinimlerini de, bireyde yaratmak durumundadır. Ne mutlu ki, dokusu da, kökeni de, geleceği de buna uyumludur.
Müzik artık bir ilişki biçimidir, kimliktir. Bugün “Ne tür müzikten hoşlanıyorsun?”, “Kimi dinliyorsun?” sorularına verilen cevaplar ister istemez bir tavrı, bir duruşu, kimliği ifade etmektedir. Bir şeyin kalitesinin onun çok satıp-satmadığıyla ölçüldüğü günümüzde bu tür sorulara “iyi” ve “doğru” cevaplar vermenin ne kadar zor olduğu sanırız gözlerden kaçmayacaktır.

Rock; çırpınıyor –her zaman çırpınıyordu-, yenileniyor –her zaman yenileniyordu-, karmaşıklaşıyor –her zaman karmaşıktı- ve yaşıyor… Ve biz hala John Lennon’un “Düşle”sindeki gibi umutluyuz:

“Cennetin olmadığını hayal et / Denersen kolay olduğunu göreceksin / Altımızda cehennem yok / Üstümüzde sadece gökyüzü / Tüm insanların bugün için yaşadığını hayal et /

Ülkelerin olmadığını hayal et / Zor değil / Uğruna öldürecek ve ölecek bir şeyin olmadığını / din de yok / Tüm insanların barış içinde yaşadığını hayal et /

Hayalperest diyebilirsin bana / Ama tek değilim ben / Umarım bir gün sen de katılırsın bize / Ve bir bütün olur dünya o zaman

Malın ve mülkün olmadığını hayal et / Merak ediyorum, yapabilir misin bunu? / Ne açlık var ne aç gözlülük / Bütün insanlar kardeş / Bütün insanların dünyayı paylaştığını hayal et”


Kaynakça:

Gürültüden Müziğe, Jacques Attali, Ayrıntı Yayınları
Wikipedia, The Free Encyclopedia
Rockepedia, The Encyclopedia of Rock Music
Ekşi Sözlük
Aklımdaki sensin
Fikrimdeki Sen
Sen tekderdimsin
Gülüm Benim


Paylaş delicious Paylaş digg Paylaş facebook Paylaş furl Paylaş linkedin Paylaş myspace Paylaş reddit Paylaş stumble Paylaş technorati Paylaş twitter
 

Benzer Konular

  Konu / Başlatan Yanıt Son İleti
3 Yanıt
14983 Gösterim
Son İleti 19 Şubat 2011, 18:47:47
Gönderen: by-rajon
0 Yanıt
691 Gösterim
Son İleti 10 Mart 2012, 18:38:32
Gönderen: alex57
0 Yanıt
531 Gösterim
Son İleti 31 Mart 2012, 09:27:48
Gönderen: jacksp
0 Yanıt
569 Gösterim
Son İleti 14 Aralık 2012, 00:39:48
Gönderen: LegendLord
0 Yanıt
378 Gösterim
Son İleti 09 Nisan 2014, 20:09:12
Gönderen: b.a.f.