PEYGAMBERLIĞI VE MEKKE DÖNEMI
Böylece kendisine verilecek ilâhî risâlet görevini üstlenebilecek bir seviye ve vasata geldiği bir sırada, kırk yaşında iken yine böyle bir uzlet anında Hıra mağarasında, Cenâb-ı Hakk’ın peygamberlere vahiy getirmekle görevli meleği Cebrâil (a.s), O’na ilk vahyi, Alak Sûresi’nin ilk beş âyetini getirdi. Artık Allah’ın Rasûlü, insanları hak din olan İslâm’a çağırmakla görevli idi. O, bu görevine ailesi halkından ve hak davaya gönül verebilecek yakın arkadaşlarından, gerçeği kabul edebilecek kabiliyetde olan, fıtratı bozulmamış, düşünme istidadı körelmemiş kişilerden başladı. İlk önce O’nu sevgili eşi Hz. Hatice tasdik etti. Erkeklerden Hz. Ebûbekir, çocuklardan Hz. Afi, âzadlı kölelerden Zeyd b. Hârise kendisine ilk iman eden kimselerdi. Ardından Hz. Ebûbekir’in de aracılığıyla Hz. Osman, Abdurralıman b. Avf, Zübeyr b. el-Avvâm, Talha b. Ubeydullah, Sa’d b. Ebî Vakkâs, Ebû Ubeyde b. el-Cerrah, Sa’id b. Zeyd, Abdullah b. Mes’ûd gibi şahsiyetler müslüman oldular. Hz. Peygamber ilk üç yıl davetini gizli sürdürdü. Yalnız bu gizlilik, İslâm’ın esasları ve prensipleri açısından değildi. İslâm, sır perdeleri arkasında, gizli saklı, esrarengiz ve gizemli, anlaşılmaz bir takım düşünceler ve doktrinler ihtiva eden bir din değildi. Onun esasları gayet açık, net, anlaşılır, sâde, arı duru olup akıl ve mantığa da uygun idi. Aynı şekilde bu gizlilik, İslâm’ın sadece belli bir zümreye has bir grup dini oluşundan da değildi. Aksine İslâmiyet cihanşümûl bir din olup bütün bir beşeriyetin hidayet ve saâdetini hedeflemişti. Ancak Hz. Peygamber’in ilk üç yıl davetini gizli sürdürmesi, çevredeki insanların İslâm’a karşı takındıkları düşmanca tavırdan, inanç ve ibadet hürriyeti tanımayacak kadar insafsız ve bağnaz oluşlarından kaynaklanıyordu. Müslüman olanların mallarına ve canlarına bir zarar gelmemesi, filizlenmekte olan İslâm davâsına acımasız bir balta vurulmaması açısından gizli davete gerek duyulmuştu. Bu safhada Hz. Peygamber faâliyetini genellikle davet merkezi edindiği Dâru’l-Erkam’dan yürütmüştür. Burası ilk iman edenlerden el-Erkam b. Ebi’l-Erkam’ın* Kâbe karşısında Safâ tepesi yamaçlarındaki evi idi. İlk müslümanlardan bir çoğu İslâm’ı burada kabul etmişler,
Hz. Peygamber’in eğitimine burada mazhar olarak İslâm’ın eşsiz esaslarını ruhlarına ve hayatlarına burada nakşetmişlerdi. Hz. Peygamber burada İslâm davâsına gönül bağlayarak mallarını ve canlarını bu hak davâ uğrunda fedâdan çekinmeyen sâdık, vefâlı ve ihlâslı bir kadroyu oluşturmakla meşgûldü. O, biliyordu ki böyle bir kadro olmaksızın İslâm davâsının ortaya çıkıp yayılması mümkün değildir. Bu bakımdan Hz. Peygamber’in bu devredeki icraatı ashabını birbirine kenetlendirmiş ve aralarında mükemmel bir bağlılık oluşturmuştu.
İşte Hz. Peygamber İslâm davâsı etrafında böyle bir kadro oluşturduktan sonra peygamberliğin dördüncü yılından itibâren İslâm’ı açık açık tebliğ etmeye başladı. Kureyş müşriklerinin İslâm’ı engellemek için başvurdukları çok çeşitli çareler, Hz. Peygamber’e ve İslâma samimiyetle bağlı kadro elemanlarına engel olamıyordu. Bu arada Mekke müşrikleri özellikle korunmasız müslümanlara insaf ve vicdana sığmayan eziyet ve işkencelerde bulundular. Bu işkenceler karşısında Hz. Peygamber, isteyen müslümanların Habeşistan’a gidebileceklerini belirtip hicret izni verince, nübüvvetin beş ve altıncı yıllarında müslümanlardan birer grup I. ve II. Habeş hicretlerini gerçekleştirdiler. Mekkeli müslümanların böylece Mekke hâricine İslâm’ı taşımaları, müşriklerin hınç ve kinini artırmıştı. Ama Cenâb-ı Hakk’ın yardım ve inâyeti sebebiyledir ki İslâm’a gösterilen bu düşmanlıklar bile hak dinin yayılmasına yardımcı oluyordu. Meselâ azılı müşriklerden Ebû Cehil’in bizzat Hz. Peygamber’e yaptığı sözlü ve fiili bir sataşma, Kureyş arasında şahsiyeti ve kuvvetiyle büyük bir itibâra sahip olan Hz. Hamza’nın müslüman olmasını sağladı. Ardından Mekke idare meclisi Dâru’n-Nedve’de alınan Hz. Peygamber’i öldürme kararını uygulamak için harekete geçen güçlü şahsiyet Ömer b. el-Hattâb, Hz. Peygamber’i öldürmek üzere O’nu ararken aslında ayakları onu hidâyete sevkediyor ve Ömer’in gücü İslâm saflarına yeni bir heyecan ve şevk katıyordu. Arka arkaya Hz. Hamza’nın ve Hz. Ömer’in müslüman olmaları, Kureyş müşriklerinin gözünü bir süre yıldırmış, artık müstümanlara dokunamaz olmuşlardı. İşte bunu izleyen günlerde Habeş muhâcirlerinden bir kısmı Mekke’ye geri döndü. Ancak bu sırada müşrikler yeniden şiddete başlayıp, cehâlet ve bağnazlıkla bağlandıkları ata dinlerini, zulme dayalı olduğu için İslâm’ın ortadan kaldıracağı şahsî çıkar ve menfaatlerini, bâtıl tahakküm ve zorbalıklarını kurtarabilmek için akıl almaz çarelere başvurmuşlardı. Bu türden olmak üzere hem müslümanlar, hem de müslümanları koruyan Hâşimoğulları, peygamberliğin yedinci senesi ile onuncu senesi arasında tam üç yıl devam eden bir boykot ve muhâsaraya marûz kaldılar. Mekkeliler ne müslümanlarla, ne de onları koruyan Hâşimoğulları ile hiç bir münâsebette bulunmayacaklarına, her türlü ilişkiyi keseceklerine, onlarla hiç bir şekilde alış-verişte bulunmayacaklarına, oturup kalkmayacaklarına, kız alıp vermeyeceklerine dair bir karar almış, bu karan yazdıklan sahifeyi Kâbe’nin iç duvarına asarak dinî bir hüviyet de vermişlerdi. Bu karara muhâlefet eden, hem vatana, hem de dine ihânet etmiş sayılacak ve en ağır şekilde cezalandırılacaktı. Mekkeliler tarafından üç yıl süreyle ve titizlikle uygulanan bu karar, elbette müslümanlara sıkıntılı, güç günler yaşatmıştır. Peygamberliğin onuncu yılında bu karar iptal edilip boykot ve muhâsara kaldırıldığı vakit müslümanlar pek ziyade sevinme imkânı bulamadılar. Çünkü çok geçmeden Hz. Peygamber iki büyük yakınını, amcası Ebû Tâlib’i ve eşi Hz. Hatice’yi üç gün arayla ardı ardına kaybetti. Rasulullâh’ın üiüntüsüne müslümanlar da katıldılar ve bu seneye Hüzün yılı* adını verdiler. Özellikle Ebû Talib’in vefatı, Hz. Peygamber’in Mekke’de İslâm’ı tebliğ etmesini bir hayli güçleştirdi. Çünkü Ebû Tâlib’in sağlığında Mekkeliler Ona hürmet duydukları için himayesine aldığı yeğenine dokunmuyorlardı. Şimdi bu himaye ortadan kalktığı için Hz. Peygamber her yerde sataşma ve engellemelerle karşılaşıyordu. Böyle bir ortamda İslâm’ı tebliğ etmek âdeta imkânsız hâle geldiğinden Hz. Peygamber, İslâm’ı kabullenecek yeni bir kitle aramaya başladı. Bu sebeple de azadlı kölesi Zeyd b. Hârise ile birlikte bir gün gizlice Tâif’e gitti. Ancak dolaylı akrabalarından olan reislerinden gördüğü alaylı ve acımasız muâmele Hz. Muhammed’in derhal Mekke’ye geri dönmesini gerekli kıldı. Hz. Peygamber şehirden gizlice çıkmıştı. Şayet bu durum Mekkelilerce öğrenilmişse onun gidişi ülke dışına kaçma olarak değerlendirilebilir ve kendisi siyâsi suçlu sayılabilirdi. Bu düşüncelerle Hz. Peygamber şehre ancak bir emân ve himâye altında girmek gerektiğine kanâat getirerek müşriklerin ileri gelenlerinden Mut’ım b. Adî’nin himâyesini sağladı ve onun koruması altında şehre girdi.
Yıllar boyu Mekkelilerin İslâm’a karşı gösterdiği kin; düşmanlık ve engellemeler, üç yıl süreyle devam eden ve insafsızca uygulanan toplumdan dışlanma ve muhâsara olayı, ardından Ebû Tâlib’in ve Hz. Hatice’nin vefatları dolayısıyla Hz. Peygamber’in himayesiz kalması ve Mekkelilerin sataşmalarına mâruz kalması, bunu tâkiben de Tâif halkının horlayıcı tavn, her ne kadar Allah Rasûlünün ümit ve azmini kıramamış, davet şevk ve iştiyakını azaltamamış ise de, şüphesiz bir beşer olarak O’nu üzmüş ve rencide etmişti. İşte böyle bir durumda Hz. Peygamber’i sevindirecek ve Kur’an’dan sonra en büyük mûcizelerinden biri olan bir mucize meydana geldi. Cenâb-ı Hak, Rasûlünü teselli etmek, bunca gördüğü düşmanlıklara rağmen gösterdiği sabır ve sebat dolayısıyla O’nu taltif edip lütuf ve ikramda bulunmak üzere katına çağırdı ve Hz. Peygamber’in İsrâ ve Mirâc mûcizesi gerçekleşti. Bir gece vakti Hz. Peygamber, bir an ifade edilebilecek çok kısa bir zaman dilimi içinde önce Mekke’den Kudüs’e gitti. Oradan da göklere yükselerek Rabbinin huzuruna çıktı; dünya ötesi âlemi, Cennet ve Cehennem’i müşahede etti. Böylece rûhen takviye görmüş, Rabbi tarafından mükâfaatlandırılmış olarak tekrar aynı anda Mekke’ye döndü.
Bu olaydan sonra Hz. Peygamber (s.a.s) İslâmî tebliğine yine devam ediyordu. Fakat İslâm’ın kitlesi olacak zümreyi arayışı genellikle Mekke’ye dış kabilelerden hac, umre veya ticaret gibi maksatlarla gelen yabancılar arasında oluyordu. Önceleri bu teşebbüsü bazen olaylı, bazen sert, nâzik, veya mütereddit, ama hep menfi bir tavırla karşılanıyordu. Ancak nübüvvetin onbirinci senesinde Medine’nin Hazrec kabilesinden altı kişi Akabe adı verilen yerde Hz. Peygamber’le karşılaşıp kısa bir görüşmeden sonra O’na iman ettiler. Bu altı Medineli, şehirlerine dönüşte Hazrec ve Evs kabileleri arasında İslâm’ı yaydılar. Ertesi senenin hac mevsiminde ikisi Evsli, onu Hazrecli oniki kişilik bir heyet yine Akabe’de Hz. Peygamber’le buluşup O’na bey’at ettiler. I. Akabe bey’atı olarak tarihlere geçen bu görüşmenin akabinde Hz. Peygamber, İslâm kadrosunun ilk elemanlarından Mus’ab b. Umeyr’i davetçi olarak Medine’ye gönderiyordu. Mus’ab’ın Medine’de bir yıl süreyle yaptığı faâliyet öylesine verimli olmuştu ki İslâm’ın bahsedilmediği ve girmediği bir ev hemen hemen kalmamıştı ve Medineliler, Allah Rasûlünü şehirlerine buyur edip O’nu koruma konusunda her tehlikeyi göze alacak bir kıvâma erişmişlerdi. Peygamberliğin onüçüncü yılında Medine’den gelen daha kalabalık bir heyet Akabe’de Hz. Peygamber’le bir gece vakti gizlice buluşup II. Akabe Bey’atı’nı gerçekleştiriyor ve şehirlerine göç ettiği takdirde Hz. Peygaber’i ve Mekkeli müslümanları malları ve canlarını korudukları gibi koruyacaklarına and içiyorlardı. İşte bu and ve karşılıklı söz vermelere İslâm tarihinde “Akabe bey’atları * ” adı verilmiştir.
HICRET VE İSLÂM DEVLETI:
Mekkeliler bu görüşmeleri haber aldıkları zaman başlatılan yeni baskılar, müslümanlara hicret kapılarını açtı. Hz. Peygamber’in izni ile Ashâb-ı kirâm gruplar halinde ve çoğunlukla gizlice şehri terkedip Medine yolunu tuttular. Artık şehirde Hz. Peygamber ve ailesi, Hz. Ali, Hz. Ebûbekir ve ailesi ile hicrete imkân bulamamış olanlarla yakınları veya akrabaları tarafından hicretleri engellenmiş kimseler kalmıştı. Müslümanların Medine’de toplanarak zinde bir güç oluşturmaları, Mekkelileri ürküten ve korkutan bir husus olmuştu. Bu günlerde sık sık olağanüstü toplantılar yapan müşrikler, gizli bir celsede, karşılaşılan bu zor problemi çözme yollarını aradılar. Yegâne kurtuluş yolu olarak Hz. Muhammed’in öldürülmesi görüldü. Kararlaştırılan komplonun icrâsı için hazırlıklar yapılırken Cebrâil (a.s) vâsıtasıyla durumdan haberdâr olan Hz. Peygamber de hicret için hazırlığa koyuldu ve hicrette kendisine yol arkadaşlığı yapacak Hz. Ebûbekir’le önceden hazırladığı plân gereğince geceleyin Mekke’yi terketti. Uzun ve zaman zaman tehlikeli geçen yorucu bir yolculuktan sonra 8 Rebiulevvel pazartesi günü Medine’nin banliyösü Kubâ köyüne geldiği zaman Ensâr ve Muhâcirûn’un O’nu karşılaması son derece heyecanlı ve içten olmuştu. Hz. Peygamber bu köy halkının ricası üzerine burada beş gün istirahat etti ve bu kısa istirahatı sırasında bilfiil kendisi de çalışarak bir mescid inşâ ettirdi. Kubâ’ya gelişinin beşinci günü sabahleyin buradan ayrılarak Medine şehrine yöneldi. Günlerden cuma idi. Öğle vakti Rânunâ adlı mevkiye gelindiği vakit Hz. Peygamber burada durdu; ilk cuma hutbesini îrad etti ve ardından ilk cuma namazını kıldırdı. Sonra yoluna devam etti. Şehirde bir bayram havası vardı. Büyük küçük herkes yollara dökülmüş, coşkun bir tezâhürât, sevgi ve saygıyla Hz. peygamber’i karşılıyor, şehirlerine ve evlerine buyur ediyordu. Hz. Peygamber hiç kimsenin davetini reddetmiş olmamak ve hiç kimseyi kırmamak için uygun bir çare buldu ve üzerinde hicret ettiği devesi Kasvâ kendi hâline bırakıldı; devenin çöktüğü yere en yakın evde Hz. Peygamber misafir olacaktı. Deve, şehrin orta tarafında iki yetim çocuğa ait boş bir arsada çöktü ve Hz. Peygamber kendisine ait hâne-i saâdetleri inşâ edilinceye kadar buraya evi en yakın olan Ebû Eyyûb Hâlid b. Zeyd el-Ensârî Hazretlerinin evinde misafir kaldı.
Böylece Hz. Peygamber’in hayatında ve davet faâliyetinde yeni bir dönem, Medine dönemi başlamış oluyordu. Medine’de Hz. Peygamber, İslâm’a kucak açmış büyük bir kitleye kavuşmuştu; İslâm’ın bağımsızlığı ve hâkimiyetini ilân edeceği bir vatana da sahipti. Artık yapılacak şey, bu vatan sathında İslâm cemâatını teşkilatlandırmak, insanların birbirleri ile olan münâsebetlerini hak ölçüleri içerisinde düzenlemek ve hakkın hâkimiyetini sağlayarak etrafa yaymaktı. Bunun için de bir devlete ihtiyaç vardı. Peygamber Efendimiz bu ihtiyacı gayet iyi bildiğinden, artık Medine’ye hicretin ilk günlerinden itibâren O’nun davet merhaleleri arasında “devletleşme diye adlandırdığımız safhayı gerçekleştirmek üzere çaba sarfetti. Kuruluş günlerini yaşayan İslâm devletı’nin idâre merkesi, htikümet binası, harp karargâhı vs. gibi çok önemli hizmetler verecek olan Mescid’i inşâ etti. Mescide bitişik olarak bina edilen suffa, İslâm cemâatının bütün İslâmî meselelerde eğitildiği ve gerekli bilgilerin öğretildiği önemli bir eğitim-öğretim müessesesi oldu. Bu sıralarda okunmaya başlanan ezan, sadece namaz vaktinin geldiğini bildiren bir ilân değil, aynı zamanda İslâm hâkimiyetini âleme haykıran bir sembol ve şiâr idi. Komşu devletlerle münâsebetlerin tanzimi için henüz hicri birinci senede ilk sınır tespiti gerçekleştirilmiş ve bu sınırlar içerisindeki müslümanların gücünü belirleme açısından Hz. Peygamber’in emri üzerine nüfus sayımı yapılmıştı. Ensâr’dan bir kişi ile muhâcirûn’dan bir kişinin bir araya getirilerek İslâm topluluğunun ikişer ikişer kardeşleştirilmesi ameliyesi demek olan muâhât *, başka bir çok faydaları yanısıra İslâm devleti’nin asıl unsurunu oluşturan müslümanlar arasında tam bir kaynaşma ve dayanışma sağlıyordu. Yine aynı senede hazırlanan anayasa, müslümanları olduğu kadar Medine’de bulunan müşrikleri ve Yahudileri de kapsamına alarak Hz. Peygamber’in devlet başkanlığını bu gayri müslim azınlıklara da kabul ettiriyor ve aynı ülkede yaşayan vatandaşlar olarak bu insanlar İslâm’ın hakimiyet ve koruması altına alınarak devlet açısından güvenliğin sağlanması hedefleniyordu