"Mallarını Allah yolunda harcayanların duru-mu bir tanenin durumu gibidir ki yedi başak bitir-miş ve her başakta yüz tane vardır. Allah, dilediği-ne kat kat fazlasını verir. Allah'ın lütfu geniştir. O her şeyi bilir."(2 Bakara, 261)
Âyet-i Kerîme'de Allah yolunda infak edenlerin se-vaplarının kat kat artırılacağı anlatılıyor. Hattâ bir iyiliğin karşılığının yedi yüze kadar çıkartılacağına dair bir misal veriliyor. Daha sonra bir amel ve o ameli işleyenlerin o ameli işlerken taşıdıkları ihlâs ve samimiyetlerine göre kat kat artırılacağı anlatılıyor. Yâni yapılan infakın değeri ya da karşılığında takdir edilecek mükâfat, o infakın fer-din, toplumun ve ümmetin problemlerine, sıkıntılarına ne ölçüde çözüm getirdiğiyle orantılıdır. Yâni infaka tak-dir edilecek sevap, giderilen ihtiyaçla orantılıdır.
İnfak, infak edilen şeyin hacmi, azlığı, çokluğuyla ilgili değildir. Bir çuval hurması olup da bunun yüz tanesini Allah yolunda infak eden kişiyle bir tek hurması olup da ona ihtiyacı varken bölüp yarısını bir kardeşine infak eden kişi elbette bir değildir. Burada mükâfatın tak-dirinde azlık çokluk değil, niyet ve giderilen sıkıntının tü-rü önemlidir.
Mü'minler infak için bir taneyi bile küçük görmemeli ve onu Allah adına harcamayarak Allah'tan kıskan-mamalıdır. Elimde bir tanem var, onu da Allah yolunda harcarsam o da yok olup gidecek dememelidir. Bakın Allah önce dirilme sırrından söz etti. Eğer bu dirilme sırrı olmasaydı, o bir tane yok olup giderdi. Ama bakın Al-lah katında onun yok olup gitmediği gibi, çok daha fazlasıyla mukabelede bulunacağını anlatıyor.
"Allah dilediğine (harcadığının karşılığında) daha kat kat verir. Muhakkak ki Allah vâsîdir, âlimdir."
Allah vâsîdir, geniş olandır, genişlik sahibidir. Yâni dilediğine dilediği kadar kat kat ve hesapsız verendir. âlimdir. Kime ne kadar vereceğini çok iyi bilendir. Allah verenin verirken hangi şartlarda ve ne niyetle verdiğini en ince teferruatına kadar bilen ve verene vereceğini nasıl takdir edeceğini bilendir.
İnfakın karşılığı budur. Ama şurası da unu-tulmamalıdır ki her infak bu mükâfata lâyık değildir. Yâni her infakçıya bu sevap verilmez. Bakın bundan sonraki âyette bu hususu anlatırken Rabbimiz şöyle buyurur:
"Mallarını Allah yolunda infak edip sonra da harcadıklarını minnet ve eziyet vesilesi kılma-yanlar var ya, işte onların mükâfatı Rableri katındadır. Onlar için korku yoktur ve onlar as-la üzülmeyeceklerdir." (2 Bakara, 262)
Rabbimiz kendi rızası uğrunda yapılacak infakın çok değerli olduğunu, çok büyük sevaplara lâyık ol-duğunu anlattı. Ama bu âyetinde büyük sevaplara nail olabilmek için birtakım şartların yerine getirilmesi gerektiğini belirtiyor. Rabbimizin buyurduğu şartlar yerine getirilmedikçe yapılan harcamaların boşa gideceği anlatılıyor. Bu şartlardan birisi infakta "menn" olmayacak, ikincisi de "eza" olmayacak. Menn ve eza in-fakın bereketini kaçıran iki kötü özellik olarak zikre-diliyor.
Menn'in iki farklı anlamı vardır: Birincisi başa kak-mak, baş kakıncı yapmak, ikincisi ise az verip çok is-temektir.
Birinci mânâsıyla menn iyilik yaptığı kişiye, infakta bulunduğu insana karşı yaptığı iyiliği, sayıp dökmek-tir. Ben sana şunu vermiştim, ben sana şunu yap-mıştım gibi yaptığı bir iyiliği hatırlatıp kendine karşı ödemesi gereken haklarının bulunduğunu, minnet borcu olduğunu sürekli hissettirip durmasıdır.
Hani devamlı anlatılır. İki arkadaş bir yere gider-lerken birisinin şemsiyesi varmış ötekisinin hiç bir şeyi yokmuş. Şemsiyeli olan arkadaşını da bu şemsiyesin-den istifade ettirerek, onu ıslanmaktan kurtarmış. Ama bunu bir türlü unutmaz adam. İkide bir: “Arkadaş! Hatırlıyor musun o gün ne yağmur yağmıştı! Eğer be-nim şemsiyem olmasaydı sırılsıklam ıslanmıştın. Dua et ki benim şemsiyem vardı.” diyerek sürekli bunu ha-tırlatıp durur. Bundan rahatsız olan arkadaşı, orada bir ırmağın içine kendisini atar ve: “Evet senin şemsiyen olmasaydı herhalde bundan daha beter olmayacak-tım!” der. Aslında ecdadımız: "Birine yaptığın iyiliği he-men unut. Ama kendine yapılan iyiliği unutma!" der. Birine iyilik yapıldığı zaman hemen bunun unu-tulması gerekir.
Menn kelimesinin ikinci mânâsı Müddessir sûre-sinin 6. âyetinde de ifade buyrulduğu gibi, yaptığı işi çok görerek ya da az vererek çok şey istemektir. Bu âyette Rabbimiz, bizlere buyuruyor ki: Kulum, daha iyisini beklediğinden dolayı sakın insanlara iyilikte bu-lunayım deme. Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez mantığıyla insanlara iyilikte bulunmaya kalkma. Ben bunu bir kere arabama bindirirsem, bu bana araba alır beklentisiyle hareket etme. Hareketlerini buna bina et-me kulum! Veya sen kendini çok iyiliğe lâyıksın zanne-derek hareketlerini öylece düzenleme! Karşındakini minnet duygusu altında tutma. Az verip çok şey bek-leme! Hem toplumsal plânda, hem de Allah'a karşı gö-revlerinde öyle davranma! Meselâ efendim namazı-mızı kılıyoruz, abdestimizi alıyoruz, elbette Allah bizi koymayacak da cennetine kimi koyacak? gibi, az yap-tığın şeyler karşılığında tam kulluğun gereği olan cen-neti bekleme. Veya sosyal ilişkiler içinde karşındakine iki âyet, hadis anlattım diye iki çay içirmesini bekleme. Hemen karşındakilerin hayatlarının değişmesini bek-leme. Hulasa karşındaki insanlara yaptığın bir iyilik, bir infak karşılığında onların sana minnet duymasını isteme.
Evet infakta ve iyilikte menn olmayacak. Cezada olmayacak. Eziyet; birine verdiği şeyden ya da yap-tığı iyilikten ötürü ona karşı tahakküm etmeye kal-kışmak demektir. Kendisini harcama yaptığı, infakta bulunduğu kişiden sürekli üstün görmek ve infakta bulunduğu kişiyi sürekli alçaltmak demektir. Ya da eza, tiksindirmek demektir. İyiliğe balgam atmak de-mektir. Eğer iyilik Allah için yapılmışsa, o buna her za-man lâyıktır.
Binaenaleyh sadaka verenler, yardımda bulunan-lar, yardımda bulundukları insanlara karşı bu yardımı psikolojik bir komplekse dönüştürenler, yaptıkları iyi-liklerle karşılarındakini ezmeye çalışanlar bu amel-lerinin boşa gittiğini bilmelidirler. Böyle bir iyiliği, böy-le kan kusturarak yapılmış bir infakı Allah hiçbir za-man kabul etmiyor. Çünkü bu amel Allah için değil, başkaları için veya kendisinin daha faziletli daha üs-tün olduğunu ispat etmek için yapılmış bir ameldir. Zira öyle insanlar vardır ki böyle eziyetlere maruz kal-maktansa aç kalıp ölmeyi tercih ederler. Kendi şeref ve onurlarını kaybetmektense, yokluk ve sıkıntı içinde yaşamayı izzet ve şerefine mal olan bir zenginliğe ter-cih ederler. Bakın İnsan sûresinin 8. 9. ve 10. âyetle-rinde Rabbimiz şöyle buyurur:
"O muttakiler yemeği kendi ihtiyaçları var-ken yoksula, yetime ve esire yedirirler. Ve (ye-dirirken de onlara) 'Biz size Allah rızası için ye-diriyoruz. Sizden ne bir karşılık ne de bir te-şekkür beklemiyoruz. Çünkü biz kötü çehreli, asık suratlı bir günde, Rabbimizin azabından korkarız.' derler."
Kendilerinin o yemeğe ihtiyaçları varken yedirirler veya seve seve yedirirler, yahut Allah sevgisinden ötü-rü yedirirler ya da sevdiklerinden, sevdikleri yemek-ten yedirirler. Bir de yedirirken yedirdiklerine: “Size ancak Allah için yediriyoruz. Sizden ne bir karşılık is-teriz, ne de bir teşekkür derler.” Bunun dışında “Ben size yediriyorum, ben size yardım ediyorum, o halde siz de benim karşımda şöyle şöyle davranın, ben gelince ayağa bari kalkın, sözümü dinleyin vs. Gerçek mü'minler böyle yapmazlar. Mü'minler yaptıklarını Allah için yaparlar. Ona başka şeyleri asla karıştır-mamaya çalışırlar.
Ama bakıyoruz bugün yemek yedirenlere, ziyafet çekenlere ne adına yapıyorlar bunu? Dergaha adam bulalım diye, partiye üye kaydedelim diye, cemaatin sayısını artıralım diye, zengin desinler diye, bugüne kadar kazandığım sosyal statümü kaybetmeyeyim diye ya da bugün tavuk vereyim de yarın kaz gelir di-ye ya da kasamı doldurayım, kesemi şişireyim diye. Bugün insanlar bunun için yediriyorlar. Veya işte başa kakıyorlar, yedirdiklerini ezme adına yediriyorlar ki bunların hiç birisi Allah'ın istediği ikram değildir.
Öyleyse başa kakılarak, baş kakıncı yapılarak, ya-pılan ikram sürekli gündemde tutularak ya da eziyet edilerek, yapılan bir iyilik karşılığında karşısındakine hükmetmeye kalkışılarak, sadakalarımızı boşa çıkar-mayalım.
Ali Küçük