İrfan ve edebiyat dilinde geçen "
kalp"ten maksat vücudun sol kesimindeki, kanı damarlara pompalayan bir parça etin olmadığını hemen hepimiz biliyoruz. Örneğin Kur'an'ın şu tabirinde:
"Kalbi olan(lar) için onda anlayış ve ibret (dersi) vardır." [1]
Veya Hafız'ın oldukça latif şu irfani beytinde:
Dilem remide şud ve gâfilem men derviş
Ki in şikârı ser geşterâ çe âmed piş
(
Kalbim ürktü ve ben gafil-derviş kaldım.
Bu başıboş avın (kalbin) başına ne geldiğini bilmiyorum).
Açıktır ki, bu tabirlerde geçen kalp, vücudun kalp denilen organıyla tamamen farklı ve esasen onunla hiç bir rabıtası olmayan yüce ve mumtaz bir hakikattır. Yahut şu ayet-i kerime'yi göz önüne alın ki kalp hastalıklarından söz ediyor, buyuruyor:
"Kalplerinde hastalık vardır. Allah da hastalıklarını artırır..." [2]
Bu kalp hastalıkları elbette tıp doktorunun tedavi edebileceği bir hastalık değildir.
KALBİN TARİFİO halde bu kalp denilen şey nedir acaba? Evet, bu sorunun cevabını insan vücudunun hakikatinde aramalıyız, insan tek bir vücuda sahip olduğu halde yüzlerce binlerce yöne sahiptir. İnsanın "Özü" bir çok düşünceler, dilekler, korkular, ümitler, sevgiler ve ... den oluşan bir bütündür. Bunların hepsi bir noktada birleşen çeşitli nehirlere benzerler. Bu birleşim noktasının kendisi ise, engin bir deniz gibidir. Şu ana kadar bu konuya vakıf, hiç bir kimse bu denizin derinliklerine eriştiğini iddia etmemiştir. Filozoflar, arifler ve psikologlardan her biri, bu engin denize dalıp, onun gizliliklerini keşfetmeye çalışmışlardır; bir ölçüde de arifler, belki de diğerlerinden daha çok başarılı olabilmişlerdir. Kur'an'ın kalp dediği şey de işte bu engin denizden ibarettir. Bizim temiz ruh dediğimiz her şey bu denize bağlanan ırmaklar ve bağlardan ibarettir Hatta akıl bile bu denize bağlanan bir nehirdir.
Kur'an, vahiyden söz ettiği zaman aklıyla değil, Resulullah'ın kalbiyle ilgilenmiştir sadece. İşte bundan anlıyoruz ki, Rasulullah, Kur'an'ı akıl gücüyle ve akli delillerle elde etmemiştir. Bu gerçekleri idrak edebilecek bir duruma gelen, Rasulullah'ın kalbidir. Bu bizim için tasavvur edilebilecek bir şey bile değildir. Necm ve Tekvir Surelerinde bu irtibatın (Vahyin) keyfiyeti kısmen açıklanmıştır. [3]
Kur'an, vahy ve kalp meselesi söz konusu edildiğinde, daima akıl ve düşünceyi aşan bir beyanla konuşmuştur. Fakat bu asla akıl ve düşüncenin zıttına konuşmak değildir. Çünkü aklın hadd-ı zatında, bu gibi konuları kavramasının imkanı yoktur.
KALBİN ÖZELLİKLERİKur'an'a göre kalp bir idrak vesilesi de sayılıyor. Aslında Kur'an'daki sözlerin büyük bir kısmına muhatap olan, insanın kalbidir. Zira, bu sözleri kalp kulağı duyabilir ancak, başka hiç bir kulağın duymasına imkan bile yoktur. O yüzden Kur'an bu idrak aracını iyice arındırmak konusunda kalp sefası, kalp aydınlığı vb. meseleler altında defalarca değinmiştir:
"Kim nefsi ve kalbini tezkiye edip temizlemişse, kurtulmuştur, muradına ermiştir." [4]
"İş öyle değildir, hayır, kazandıkları şeyler, üst üste kalplerine yığılmıştır da kalpleri pas tutmuştur." [5]
Kalp aydınlığı hakkında diyor ki:
"Ey iman edenler, Allah'tan çekinirseniz (kalbinizi aydınlatır, hayırla şerri birbirinden) ayırt etme kabiliyetini verir size..." [6]
Yahut diğer bir ayette şöyle diyor:
"Bizim yolumuzda çalışıp, cihad edenleri yollarımıza sevk ederiz..." [7]
Öte yandan, kötü işlerin, ruhu bozup, insanı iyiliklerden ve doğru yoldan saptırmasından da defalarca söz edilmiştir. Müminlerin diliyle diyor:
"Ey Rabbimiz! Bizi doğru yola hidayet ettikten sonra kalplerimizi saptırma..." [8]
Kötü insanlar hakkında ise şöyle okuyoruz:
"Öyle değildir, hayır, kazandıkları, üstüste kalplerine yığılmıştır da kalpleri pas tutmuştur." [9]
"...Onlar, eğrilince Allah da kalplerini gerçekten batıla meylettirdi..." [10]
Veya diğer bir kaç ayette kalplerin mühürlenmesi, kilitlenmesi ve katılaşmasından bahsediyor:
"Allah; kalplerini, kulaklarını mühürlemiştir, gözlerinde de perde var..." [11]
"...Ve (yaptıklarından dolayı) kalplerini perdeledik ki artık anlıyamazlar onu..." [12]
"...İşte kafirlerin kalplerini böyle mühürler." [13]
"...Onların (ehl-i kitabın, hak ile araları) uzayıp açıldıkça kalpleri katılaştı ve onların çoğu fasık oldu." [14]
Böylece anlıyoruz ki Kur'an insan için, yüce bir ruhi ve manevi ortam yaratmak istiyor, bu ortamın sağlam ve temiz tutulmasını üsteliyor. Öte yandan fertlerin, temiz ve iffetli kalmaları için sarfettikleri gayretlerin, başarısızlıkla sonuçlanmaması için, Kur'an insanlara, her şeyden önce kendi toplumsal çevrelerini arındırıp, temiz bir ortam meydana getirmelerini tavsiye ediyor. Kur'an, açıkça belirtiyor ki, nefsinizde hakiki bir imanı elde etmek ve yüce eğilimler meydana getirmeyi istiyorsanız, bunlar ancak toplumunun hevâ ve heves, şehvet perestlik vb. her türlü rezaletten uzaklaşmasıyla olabilir.
İnsanlık tarihi gösteriyor ki müstekbir güçler toplumu sultaları altına almak ve sömürmek istedikleri zaman önce toplumu ruhen fesada uğratırlardı ve bu iş için fıskı fücuru ve cinsel sapıklıkları halk içerisinde yaymağa çalışıyorlardı.
Bu şeytani metodun ibret verici bir örneği bizzat Rönesansa zemin hazırlayan ve zamanında Avrupa'nın en ileri uygarlıklarından biri sayılan Müslüman İspanya idi. Hıristiyanlar, İspanya'yı Müslümanların elinden olmak istiyorlardı. Hedeflerine ulaşabilmek için ellerinden geleni yaptılar. Onlar her şeyden önce bütün güçlerini harcayarak Müslüman gençlerin ahlâklarını bozmağa çalıştılar. Fuhuş, zina ve laubalilik vesilelerini Müslümanları kendine çekebilecek miktarda her yere yaydılar. Onlar sadece normal halkı değil, ordu ve devlet başkanlarını bile bu yolla aldatıp, onları ifsat ettiler. Böylece Müslümanlardaki azim, irade, kuvvet, şecaat, iman ve ruh temizliğini zayıflatarak onları ayyaş, hakir ve zayıf insanlara çevirdiler. Böyle insanların ne kadar çabuk ve kolayca mağlûp olacakları da apaçık ortadadır. Nitekim Hıristiyanlar, Müslümanların İspanya'daki 300-400 yıllık hakimiyetleri karşısında, onlardan öylesine feci bir intikam aldılar ki tarih, yaptıkları cinayetleri anlatmaktan utanıyor. Sözde Hz. İsa'nın talimatı gereğince suratlarının sağ tarafına yedikleri tokatın karşısında sol taraflarını da çevirmekle görevli olan bu Hıristiyanlar İspanya'da Müslüman ölülerden kan ırmağı akıtarak, tarihte gelmiş geçmiş bütün canilerin yüzünü ağarttılar. İşte böylece Müslümanlar, kendi zayıf iradeleri ve bozuklukları yüzünden büyük yenilgilere uğrayarak, Kur'an'a uymamalarının cezasını müşahede ettiler.
Zamanımızda da emperyalist ve sömürgeci güçler, girdikleri her yerde aynı şeyi yapmaktalar. Yani onlar, her şeyden önce kalpleri bozmağa çalışıyorlar ve kalpler bozuldu mu artık akıl da hiç bir işe yaramaz; üstelik kendisi bir zincir olup takılır insanın eline ayağına. bu yüzden görüyoruz ki onlar, ne okulların açılmasından korkuyorlar ne de üniversitelerin faaliyetlerinden endişe ediyorlar. Hatta kendileri bile okul tesis etmeğe kalkışıyorlar. Fakat diğer taraftan bütün imkanlarını kullanarak öğrencinin ruh ve kalbini ifsat etmeğe çalışıyorlar. Evet, onlar ne yapacaklarını çok iyi anlamışlar; zira, ruhu hasta olan birisi hiç bir şey yapamaz, her türlü rezalet ve sömürüye boyun eğer.
Bu konuda Kur'an da uyarıda bulunmuş, devamlı olarak toplum ruhunun temiz ve yüce tutulmasını istemiştir. Örneğin bir ayet-i kerime'de buyuruluyor ki:
"İyilik etmek ve kötülüklerden sakınmak hususunda bir birinizle yardımlaşın, günah işlemek ve zulüm etmek (gibi kötü işler için) yardımlaşmayın ve Allah'tan sakının. Şüphe yok ki Allah'ın cezası çok çetindir." [15]
Yani evvela iyi ve hayır işler peşinde olup, kötülükler ve günahlardan sakının, birde iyi işlerde ortaklaşa faaliyet edin, tek başınıza değil.
Burada kalp hakkında Resul-ü Ekrem (s.a.a) ve imamlardan (a.s) da bir kaç hadis nakledip bu konuya son vermek istiyorum.
Tarih kitaplarında naklediliyor ki adamın biri Rasulullah (s.a.a)'in huzuruna gelerek:
- Ya Rasulullah! soracak sorularım vardır size.
- Sorunu sormadan cevabını almak istemez misin?- Buyurun ya Rasulullah!
- Sen, iyilik ve kötülüğün ne olduğunu sormak istemiyor muydun?- Evet ya Rasulullah, aynısını soracaktım size.
Resulullah üç parmağını birleştirip, adamın göğsüne hafifçe vurarak:
- Bunu sen kendi kalbine sorsana. İnsan oğlundaki bu kalp, yaratılışı gereğince iyiliklerle aşinadır; onlarla huzur bulur, mütmain olur. Kötü işlerle bozulup çeşitli rahatsızlıklara maruz kalır. Bizim vicdan azabı dediğimiz şey de ruhun kötülük ve rezaletlerle uyuşmadığından meydana gelmektedir.Mevlânâ bu hadisin,
"Bu konuda gerçek fetvayı kalbinden al..." kısmını şiir kalıbına dökmüştür:
Pes Peygamber goft istefeti'l kulub
Gerçi müftiyişan berun guyed hutub
(
Peygamber; fetvayı kalbine danış dedi.
Müfti, bu zor iştir, çık dışarı dese de).
Başka bir şiirinde:
Guş kon istefit kalbek ez Rasul
Gerçi müfti berun guyed fuzul
(
Peygamberin, "kalbine danış" dediğini dinle.
Gerçi müfti "çık dışarı yalancı" diyor).
Resul-ü Ekrem (s.a.a) demek istiyor ki, bir insan gerçekten hakikat peşinde olup, bu yolda halis bir niyetle hareket ederse, kalbi hiç bir zaman onu yanıltmaz; muhakkak onu doğru yola sevkeder. Esasen hak yolunda yürüyüp, hakikati arayan birisinin vardığı nokta hakikatten başka bir şey olamaz. Ancak bu zarif noktadır; ve bunu gereğince kavramamak çoğu vakit yanlışlık doğurmaktadır. İnsanın sapmasına neden ise, onun ilk baştan şartlanarak müşahhas hedefler peşinde olup hakikati aramamasından ileri gelmektedir.
Başka bir yerde Resulullah (s.a.a)'e iman hakkında sorulduğunda:
"Bir insan kötü bir iş yaptığında üzülüp, pişman olur ve iyi bir iş yaptığında sevinirse, bu onun imanına delalet eder." diye buyurdu.
İmam Cafer-es Sadık (a.s) kendisinden nakledilen bir rivayette şöyle buyurmaktadır:
"Mümin birisi dünyaya bağlanmak derdinden kurtuldu mu, işte o zaman Allah sevgisinin tadını anlar ve artık yeryüzü kendisine dar geliyormuş gibi bütün varlığıyla bu maddi dünyanın ötesine çıkıp gitmek ister."Bu evliyaullah'ın ve ilahi kişilerin kendi hayatlarıyla ispatladıkları bir gerçektir, tarihte bunların bir çok örneğine rastlamak mümkündür. Örneğin naklediliyor ki Rasulullah (s.a.a) günün birinde, sabah namazından sonra, Ashab-ı Suffe'yi ziyarete gitmişti. Onlar Mescid-ün Nebi'nin yanında kalan fakir ve dünya malından yoksun Müslümanlardırlar. Bunların arasında Haris İbn-i Zeyd isminde, için için erimiş, gözleri çukurlaşmış birisine çarpmıştı Rasulullah'ın gözleri.
- Ne haldesin?- Yakine eriştiğim halde sabahladım!
- Büyük bir iddiada bulunuyorsun, yakininin alameti ne?- Geceleri yatamıyorum, gündüzleri oruç halindeyim daima ve geceyi sabaha kadar hep ibadetle geçiniyorum.
- Bunlar kafi değildir, devam et?- Ya Rasulullah! öyle bir durumdayım ki, cennet ve cehennem ehlinin seslerini duyuyorum sanki. İzin verirseniz ashabınızın birer birer içlerini söyleyeyim size!
- Sus sus! yeter artık, fakat arzun nedir onu söyle?- Allah yolunda cihad etmek ...
Kur'an bize öğretiyor ki, kalbi temizleyip onu cilalamak insanı öyle bir makama eriştirir ki, Hz. Ali (a.s)'ın buyurduğu gibi, eğer perdeler onun gözü önünden kaldırılırsa da yakininde olduğundan fazla hiç bir şey artmaz. Evet, Kur'an öyle insanlar yetiştirmek istiyor ki hem ilim ve akıl silahından yararlansın hem de kalp silahından ve bunların her ikisini de en iyi bir şekilde hak yolunda kullanabilsin.
---------------------------
[1]- Kaf/37.
[2]- Bakara/10.
[3]-
"Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyle" "Batmakta olan yıldıza andolsun ki, Arkadaşınız (Muhammed) sapmamış ve azmamıştır. O, kendiliğinden konuşmamaktadır. Onun konuşması ancak, bildirilen bir vahy iledir. Ona çetin kuvvetlere sahip ve güçlü olan Cebrail öğretmiştir; (ki o,) görünümüyle çarpıcı bir güzelliğe sahiptir. Hemen doğruldu. O, en yüksek bir ufuktaydı. Sonra yaklaşmış ve inmiştir. Araları iki yay aralığı kadar belki daha da yakın oldu. Allah o anda kuluna vahyedeceğini etti. (Muhammed'in) gözünün gördüğünü kalbi yalanlamadı." (Necm/1-11)
Bu ayetlerle Kur'an, demek istiyor ki bu gibi konular (Vahy) aklı aşan şeylerdir. Veya Tekvir suresinin bir kısmında şöyle okuyoruz.
"Bu Kur'an, arşın sahibi katında değerli, güçlü, sözü dinlenen ve güvenilen şerefli bir elçinin getirdiği sözdür. Arkadaşınız (Muhammed) asla deli değildir. Andolsun ki, o, Cebrâil'i apaçık ufukta görmüştür. Peygamber görülmeyenler hakkında söylediklerinden ötürü töhmet altında tutulamaz..." (Tekvir/19-24)
İkbal-i Lahuri'nin de bu konuda güzel bir sözü var o diyor ki: "
Peygamber, kendisi hakikatlerle dolup taştıktan sonra, aldıklarını beyan eden bir kimsedir."[4]- Şems/9.
[5]- Mutaffifin/14.
[6]- Enval/29.
[7]- Ankebut/69.
[8]- Al-i İmrân/8.
[9]- Mutaffifin/14.
[10]- Saf/5.
[11]- Bakara/7.
[12]- En'am/25.
[13]- Araf/101.
[14]- Hadid/16.
[15]- Maide/2.
Alıntıdır. Kaynak kitap: Linklerin Görülmesine İzin Verilmiyor.
Üye Ol ya da
Giriş Yap