Büyük veli, ilim ve irfan bahçesinin serveri, mâna yolunun yüce kahramanı Abdullah bin Mübarek Hazretlerinin bizzat başından geçen bir hâdise var ki, ibretle okunmasında fayda olduğu inancındayız. Abdullah bin Mübarek hac yapmak için yola çıkmıştır. Hac yaptıktan sonra Medine–i Münevvere'de Kâinatın Efendisi'nin kabrini ziyaret edecektir. Yolculukları sırasında, tenha ve ıssız bir mahalden geçerken ihtiyar bir kadınla karşılaşır. İhtiyar bir kadının bu tenha yerde tek başına bulunması Abdullah bin Mübarek'in merakını celbeder. İhtiyar kadının üzerinde yünden bir hırka, başında da yünden büyükçe bir başörtüsü bulunmaktadır. Abdullah bin Mübarek:
"Esselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekatüh!" diyerek selâm verir. İhtiyar kadın bu selâma:
"Onlara merhametli Rabb'in söylediği selâm vardır." Mealindeki Yasin sûresinin (36/5 âyet–i kerimesi ile cevap verir.
"Allah iyiliğini versin nine, bu ıssız yerde tek başına ne işin var?"
Nine:"Allah kimi şaşırtırsa, artık onun için yol gösteren yoktur. Ve onları azgınlıkları içinde şaşkın olarak bırakır." der.
Abdullah bin Mübarek, ninenin bu soruya da A'raf sûresi (7/186) ile verdiği cevaptan anladı ki, bu ihtiyar kadın yolunu kaybetmiş, ne yöne gideceğini bilmemektedir. Abdullah bin Mübarek sorar:
"Ey nine! Nereye gitmek istiyorsun?"
"Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye, kulunu Mescid–i Haram'dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid–i Aksa'ya götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir. O, gerçekten işitendir, görendir."
Abdullah bin Mübarek der ki: İsra sûresinin bu âyetini (17/1) okuyunca anladım ki, nine haccını yapmış, Kudüs'e gitmek için yola çıkmış; ama yolunu kaybetmiştir. Nineye sordum:
"Yolunu kaybedeli kaç gün oldu?"
"O, Rabbim! dedi, bana bir işaret ver. Allah: Sana işaret, sapasağlam olduğun hâlde üç gün insanlarla konuşamamandır, buyurdu." (Meryem, 19/10)
Bu âyet–i kerimeden de anladım ki, nine üç gündür yolunu kaybetmiştir. Baktım, yanında ne yiyecek, ne de içecek bir şey var. Ona sordum:
"Yanında yiyecek, içecek bir şey göremiyorum, ne yapıyorsun?"
"Beni yedirenden içiren de O'dur." (Şuara, 26/79)
"Nasıl abdest alıyorsun?" diye sorduğumda bana Nisa sûresi ile cevap verdi:
"…su bulamamışsanız o zaman temiz bir toprakla teyemmüm edin. Yüzlerinize ve ellerinize sürün. Şüphesiz Allah çok affedici ve bağışlayıcıdır." (Nisa, 4/43)
Nine sorduğum her soruya bir Kur'an âyet–i ile cevap veriyordu. Şaşkınlık ve hayranlığı birlikte yaşıyordum. Nineye dedim ki:
"Sen acıkmışsındır. Yanımda yiyecek var, sana vereyim de karnını doyur." Nine yine âyet–i kerime ile cevap verdi:
"…sonra akşama kadar orucu tamamlayın…" (Bakara, 2/187)
"Ey nine! Bu ay ramazan ayı değil ki!" dedim. Bana:
"Şüphe yok ki, Safa ile Merve Allah'ın koyduğu nişanlardandır. Her kim Beytullah'ı ziyaret eder veya umre yaparsa, onları tavaf etmesinde kendisine bir günah yoktur. Her kim gönüllü olarak bir iyilik yaparsa, şüphesiz Allah kabul eder ve (yapılanı) hakkıyla bilir." (Bakara, 2/15
"Seferde mü'minlere oruç tutmama ruhsatı verilmiştir." dedim.
"Sayılı günlerde olmak üzere… Sizden her kim hasta yahut yolcu olursa, (tutamadığı günler kadar) diğer günlerde kaza eder. (İhtiyarlık veya şifa umudu kalmamış hastalık gibi devamlı mazereti olup da) oruç tutmaya güçleri yetmeyenlere bir fakir doyumu kadar fidye gerekir. Bununla beraber kim gönüllü olarak hayır yaparsa, bu kendisi için daha iyidir. Eğer bilirseniz (güçlüğüne rağmen) oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır." (Bakara, 2/184)
Nine ile karşılaştığım andan itibaren her ne sorduysam bir Kur'an âyeti ile cevap verdi. Ona bunun sebebini sordum:
"İnsan hiçbir söz söylemez ki, yanında gözetleyen, yazmaya hazır bir melek bulunmasın." (Kaf, 50/1 Nine beni hayretlere düşürmüştü:
"Ey nine! Sen kimlerdensin?"
"Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan sorumludur." (İsra, 17/36)
Nine bu âyet–i kerime ile beni ikaz ediyordu, seni ilgilendirmeyen şeyi niçin merak ediyorsun, diyordu. Ben de yaptığım yanlışı anlayarak ondan özür diledim:
"Hata yaptım, beni bağışla, hakkını helâl et."
"Dedi ki: Bugün sizi kınamak yok, Allah sizi affetsin! O, merhametlilerin en merhametlisidir." (Yûsuf, 12/92)
"Ey nine! Seni deveme bindirip, kafilene yetiştireyim."
"…Ne hayır işlerseniz Allah onu bilir. (Ey mü'minler âhiret için) azık edinin. Bilin ki azığın en hayırlısı takvadır. Ey akıl sahipleri! Benden sakının." (Bakara, 2/197) Anladım ki, nine bu teklifimi kabul etmişti. Hemen devemi ıhtırdım, nine deveye binerken şu âyet–i kerimeyi okudu:
"Mü'min erkeklere, gözlerini (harama) dikmemelerini, ırzlarını da korumalarını söyle. Çünkü bu, kendileri için daha temiz bir davranıştır. Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarından haberdardır." (Nur, 24/30)
Ninenin uyarısı ile devenin yanından uzaklaştım. Ben uzaklaştım, nine tam deveye binecekken deve ondan kaçmış, nine yere düşmüştü. Bu sebeple elbisesi yırtılmıştı. Nine bu duruma da Şûra sûresinden okuyarak açıklama getirdi:
"Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah çoğunu affeder." (Şûra, 42/30) Deveyi yakalamak için harekete geçince: "Şimdi deveyi yakalarım, az sabret." dedim.
Nine:"Böylece bunu (bu fetvayı) Süleyman'a biz anlatmıştık. Biz, onların her birine hüküm (hükümdarlık, peygamberlik) ve ilim verdik. Kuşları ve tesbih eden dağları da Davud'a boyun eğdik. (Bunları) biz yapmaktayız." (Enbiya, 21/79) Nine âyet–i kerimeyi okuyup bittirdiğinde ben de deveyi tutup bağladım ve: "Hadi deveye bin." dedim. Nine deveye bindi ve şu âyet–i kerimeyi okudu:
"Böylece onların sırtına binip üzerlerine yerleşince, Rabbinizin nimetini anarak: Bunu bizim hizmetimize vereni tesbih ve takdis ederiz, yoksa biz bunlara güç yetiremezdik, diyesiniz." (Zuhruf, 43/13)
Devenin yularını elime aldım ve yola koyulduk. Bağırdım ve yürüyüşümüzü hızlandırdım. O zaman ninenin sesi duyuldu:
"Yürüyüşünde tabiî ol, sesini alçalt. Unutma ki, seslerin en çirkini merkeplerin sesidir." (Lokman, 31/19) İkaz ve uyarıyı almıştım, bağırmayı bıraktım yavaşladım, alçak sesle şiir okumaya başladım. Yine ninenin ikazı geldi:
"…Artık Kur'an'dan kolayınıza geleni okuyun…" (Müzzemmil, 73/20) Bu nine, ne mübarek bir kadın diye düşündüm. Kur'an'ı öyle bir hıfzetmişti ki, ne ile karşılaşsa, hemen ona Kur'an'dan bir cevap veriyordu. Nineye dedim ki:
"Ey nine! Sana çok hayır verilmiştir." Nine yine cevap vermekte gecikmedi:
"Allah hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verirse, ona pek çok hayır verilmiş demektir. Ancak akıl sahipleri düşünüp ibret alırlar." (Bakara, 2/269)
Yolumuza devam ediyorduk ki, ninenin ailesi hakkında birtakım bilgiler öğrenmek istedim:
"Ey nine! Efendin var mı?" dedim:
"Ey iman edenler! Açıklanırsa hoşunuza gitmeyecek olan şeyleri sormayın…" (Maide, 5/101) Bundan sonra nineye bir şey sormadım, konuşmadım da. Yolumuza devam ettik ve nihayet ninenin kafilesine yetiştik.
"Ey nine! İşte kafileye yetiştik. Bu kafilede yakının olarak kimin var?"
"Servet ve oğullar, dünya hayatının süsüdür; ölümsüz olan iyi işler ise, Rabbinin nezdinde hem sevapça daha hayırlı, hem de ümit bağlamaya daha lâyıktır." (Kehf, 18/46)
Anladım ki bu kafilede ninenin oğulları vardır. Nineye sordum:
"Oğullarının kafilede görevleri var mı?"
"Daha nice alâmetler (yarattı). Onlar, yıldızlarla da yollarını doğrulturlar." (Nahl, 16/16) Ninenin bu cevabından anladım ki, onun oğulları bu kafilede kılavuzluk yapıyorlar.
Kafile konaklamış çadırlarını kurmuştu. Çadırları göstererek dedim ki: "Senin oğulların çadırların içinde midir?"
"İşlerinde doğru olarak kendini Allah'a veren ve İbrahim'in, Allah'ı bir tanıyan dinine tâbi olan kimseden dince daha güzel kim vardır? Allah İbrahim'i dost edinmiştir." (Nisa, 4/125)
Anladım ki, ninenin oğlunun adı İbrahim'dir. Nine yine devam etti:
"Bir kısım peygamberleri sana daha önce anlattık, bir kısmını ise sana anlatmadık. Ve Allah Musa ile gerçekten konuştu." (Nisa, 4/164)
Ninenin ikinci oğlunun da adının Musa olduğu anlaşıldı. Nine okumaya devam ediyordu:
"Ey Yahya! Kitab'a var gücünle sarıl! Ve henüz sabi iken ona (ilim ve) hikmet verdik." (Meryem, 19/12)
Ninenin okuduğu âyetlerden anladım ki, bu kafilede ihtiyar kadının üç tane evlâdı bulunmaktadır. Ben de onların adları ile çadırlara doğru seslendim:
"Ey İbrahim! Ey Musa! Ey Yahya!" Seslenmemden kısa zaman sonra çadırlardan üç genç çıkarak bize doğru geldi. Gençler yanımıza geldikten sonra nine yine okumaya devam etti:
"…Şimdi siz, içinizden birini şu gümüş paranızla şehre gönderen de, baksın, hangi yiyeceği daha temiz ise, size ondan erzak getirsin…" (Kehf, 18/19)
Gençlerden bir tanesi yanımızdan ayrıldı, çadırlara doğru gitti. Kısa süre sonra eli kolu dolu olarak döndü. Getirdiği yiyecekleri annesinin önüne koydu. İhtiyar kadın devam etti:
"Geçmiş günlerde işlediklerinize (iyi amellerinize) karşılık, afiyetle yeyin, için." (Hâkka, 69/24) Ben yemeğe yanaşmadım. Kadının oğullarına dönerek dedim ki:
"Siz annenizin hâl ve durumunu bana haber vermezseniz, şu önümdeki yemek bana haram olsun." Bunun üzerine ihtiyar kadının oğulları dediler ki:
"Bu kadın, bizim anamızdır, Rahman olan Allahu Teâlâ'ya karşı bir hataya düşme korkusu sebebiyle uzun zamandan beri ağzından Kur'an âyetlerinden başka bir söz çıkmamıştır." Kadının oğullarından bunu duyduktan sonra bende bir âyet–i kerime ile onlara cevap verdim:
"Bu, Allah'ın lütufudur. Onu dilediğine verir. Allah büyük lütuf sahibidir." (Cuma, 62/4).