Kurtubi tefsirinde ise şöyle denilmektedir: Onlar, dirhem ve dinarları kırpıp kesmekten yasaklandılar ve bu yasağı dinlemedikleri için de helak oldular. Kendilerine haksız menfaat sağlamak için sağlam paraların etrafından kırpıyorlardı. Sağlam paraları sayı ile alıp verirken, kırpılmış paraları tartı muamelesine tabi tutuyor ve tartıda eksiklik yapıyorlardı (Kurtubi, el-Cami li-Ahkâm-il Kuran, IX, s. 88). Onlar, peygamberleri Şuayb’i dinlemedikleri gibi, üstelik alay ederek küstahça şöyle diyorlardı: “Ey Şuayb, atalarımızın taptıkları şeyleri terk etmemizi yahut mallarımızda dilediğimizi yapmaktan vazgeçmemizi, sana namazın mı emrediyor?” (Hud 11/ 87). Onlar, böylece biz, mallarımızı dilediğimiz gibi kullanırız; keseriz, atarız, yakarız, istediğimizi yaparız, demişlerdi (Taberi, Cami’ul Beyan, XII, 102). Hâlbuki kilo ile veya hacim ölçüleriyle ya da başka ne tür ölçülerle ölçülen bir mal olursa olsun, insanlara bütün haklarında hiçbir eksik ve noksanlık yapılmadan ödeme yapılması gerekir (Taberi, XII, 99; XIX, 108).
2. İslam ve Serbest Piyasa Ekonomisi
Bu ayetlerde görüldüğü gibi, insanların sahip oldukları mallar üzerinde istedikleri şekilde davranma yetkilerinin olmadığı görülmektedir. Çünkü onlar, “mallarımızda dilediğimizi yapmaktan vazgeçmemizi sana namazın mı emrediyor?” ifadesini kullanarak, sanki mallarında keyifleri nasıl isterse, diledikleri gibi davranma yetkisine sahipmişler gibi alaylı bir şekilde konuşuyorlar. Buradan anlaşılıyor ki, insanoğlu, mal üzerinde istediği her şeyi yapamaz ve mallarda diledikleri gibi davranamazlar. Çünkü malların kendiliklerinden tabi oldukları kanun ve kuralları yani hukukları vardır. Zira her tabii varlığın üzerinde bulunan tabiat mührü, ilahi güç tarafından basılmıştır. Varlıklar, Yüce Allah’ın rububiyet damgasını taşıdıkları için, onların doğasına konulan bu kanun ve kurallar, ne onlar ve ne de insanlar tarafından aşılıp değiştirilebilir. İnsan hayatı ve tüm canlı ve cansız varlıkların hayatı, Allah’ın iradesiyle programlanmış durumdadır. Onun için Mevdudi, bu ayetin yorumunda “Hz. Şuayb’in kavminin sahip olduğu şeyleri keyfince tasarruf edebilme talebi, hayatın dini ve dünyevi şeklinde iki ayrı kategoriye ayrılması teorisine yeni bir şey eklenmediğini göstermektedir.” demiştir (Tefhim, II, 418).
Elmalılı merhum da konuyla ilgili olarak şunları yazmıştır: Onlar yalnızca Allah'a ibadet edip, türlü türlü mabutlara kul olmanın kısıtlanmasını ve ticaretle siyasette hukuk ve ahlâk kurallarına riayet etmeyi, hürriyete engel ya da budalalık sayıyorlardı. Hz. Şuayb onlara, mallarınızda istediğiniz gibi tasarruf etmeyin, demiş değildi; "İnsanların mallarına haksızlık etmeyin." demişti. Bu ise hürriyeti engellemek değildi, tam aksine hakları ve hürriyetleri tesbit ve teyid etmekti. Çünkü herkesin malları ve hakları güvence altına alınmadıkça zaten kimse hakkından emin olamaz, mallarında dilediği gibi tasarruf edemezdi. Fakat onlar insanların mallarını kendi malları imiş gibi kabul ediyor, güçlerinin yetebildiği kadar haksızlık yapmaktan geri kalmıyorlardı. Hakka, hukuka ve adalete riayet etmiyorlar, haramdan sakınmıyorlardı. Fesatçılıktan çekinmeleri gerektiği konusunda Şuayb’in (as) uyarılarını da kendi serbestliklerine engel sayıyorlardı. Böylece bir taraftan putlara tapıyor, bir taraftan da Allah'a karşı kibir ve gurur taslayıp namazı hor görüyorlardı. Aslına bakılırsa hürriyet ve ticaret adı altında hilekârlık, haklara saygısızlık, terbiyesizlik ve küstahlık ederek vahiy ve nübüvvete ukalâlık demek, günümüz kâfirlerinde de en çok görülen cahiliye devri hastalıklarındandır. Bu bakımdan günümüz insanları, Şuayb kıssasını ve Medyen ahalisinin akıbetini çok dikkatle ve ibretle incelemelidirler (Elmalılı, Hak Dini, IV, 561–562).
Dini korumak, aklı korumak, canı korumak, nesli korumak ve malı korumak gibi görevler, Cüveynî’lerden (419–478/ 1027–1098) Gazalî’lere ve Şatıbî’lere kadar hayatın vazgeçilmez unsurları ve zaruri prensipleri olarak görülmüştür. Bu beş prensipten biri olan malı koruma, sadece hırsızlığın yasaklanmasından ibaret değildir. Bu, baştan sona tamamen ekonomik alanı kapsayan bir kanun ve kurallar bütünlüğü ile malın doğal hukukunu uygulayarak onu korumaktır.
Burada bir başka ilginç olgu da ekonomik alanın, zaruri alanların 1/ 5 i veya % 20 oranında bir hacme sahip olmasıdır. Aynı şekilde Kuran’da zikredilen ganimetlerin taksiminde devlete verilen nispet de yine 1/5 veya % 20 dir. “Biliniz ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri, Allah’a, elçisine, onun yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolcuya aittir. Allah’ın her şeye gücü yeter.” (Enfal 8/ 41). Biz buradan ekonomik alanın tüm hayatın 1/5 oranında bir alana, zaman ve zemine değer ve kıymete sahip olduğu gibi, devletin de ekonomide ancak bu kadar bir yetkiye sahip olduğunu kabul ediyoruz. Bu demektir ki, İslam ekonomisi % 80 özel teşebbüsün serbest alanı, devletin ise % 20 kadar bir resmi alanı vardır, diyebiliriz. Onun için biz, Kuran’ın önerdiği ekonominin veya İslam ekonomisinin kendine has bir serbest piyasa ekonomisi olduğunu, söyleyebiliriz.
Burada serbest piyasa ekonomisi derken açıklamamız gereken önemli bir husus vardır ki o da bu ifadenin bir batı patenti ve Rönesans medeniyeti damgası taşıyan bir deyim olmasıdır. Batının terim ve tarifleriyle, onların ürettiği düşünce ve fikirlerle İslam düzenine ulaşamayız. Yani İslam ekonomisin serbestliği ile batının serbest piyasa ekonomisi benzer tarafları olsa bile, mutlaka farklı tarafları da vardır. Aslında batının serbestlik anlayışı, bireyin, devletin buyruk alanından kurtarılması anlamını taşır. Eğer tabir caizse batı anlayışı fert ile devleti tam yerine oturtamadığı için, onların anlayışında halk ile devletin kavgalı olduğunu söyleyebiliriz. Oysa İslam’da asla böyle bir şey düşünülemez. Çünkü farz-ı ayın bireyin, farz-ı kifaye ise toplumun (kamunun) görevidir; bunların birisi ferdin işlevi diğeri ise toplumun işlevidir. Ferdin de devletin de haklarını korumakla görevli ve yetkili olan da devlettir. Hatta ABD’de bile siyasi hayatta cumhuriyetçiler ve demokratlar ayrımı bu karşıtlığı ve çelişkiyi açıkça gösterir ve tabii ki, bu yanlıştır. Devleti bir evin tavanına benzetirsek, bunun tabanı da halk olur. Şimdi böyle bir evde oturanların bir kısmı evin çatısını tutuyor ve onun taraftarı oluyor, diğer kısmı da tabanını tutuyor ve evin temeli taraftarı oluyor. Böyle bir şey olabilir mi, tavansız veya temelsiz bir ev bulunur mu? Onun için İslam toplumunda birey, hem fertçi hem de devletçi olmak durumundadır. Bu olay, bir ailede yaşayan kişiye benzer. Ailenin bir üyesi, hem kendisine ve hem de ailesine değer vermek, dikkat etmek ve düşünmek zorundadır ve bunların her ikisini dengelemek mecburiyetindedir. Dolayısıyla biz, her ilmin, her medeniyetin ve her sistemin kendisine mahsus terim, tarif ve tasniflerinin olduğuna inanıyoruz. Biz Müslümanlar, henüz kendi kelime ve terimlerimizi üretir, kendi toplumumuzu kurar hale gelmediğimiz için “İslam’da serbest piyasa ekonomisi vardır” türünden yüzeysel genellemeler üretmek ve piyasadaki kelime ve terimleri kullanmak durumunda kalıyoruz. Eğer serbest piyasa ekonomisinde özel banka açma gibi bir hak veya uygulama varsa ve bu serbestliğin bir gereği ise İslam ekonomisinde böyle bir serbestliğin olmadığını ve İslam’da bankaların devletin olduğunu ifade etmek zorundayız.
Serbest piyasa dediğimiz zaman burada “piyasa” kelimesinin aslı İtalyanca “piazza” kelimesinden gelir. Bu kelime ise meydan, çarşı ve piyasa manalarına ifade eder. “Pazar” kelimesinin aslı ise Farsça “bazar”dır ki, “alış-veriş, alış-veriş yeri, üstü açık satış yeri” anlamlarına gelir. Türkçede her iki kelime de Fransızca “marché”, İngilizce “market” terimlerinin yerinde kullanılmaktadır (H. Atıf Kuyucak, İktisat Dersleri, İst. 1960, s. 197, dip not:2). Serbest piyasa ifadesi, tamamen batı düşüncesini ve ekonomi anlayışını yansıtmaktadır. Zaten bunu öyle anlamalı ve öyle de kabul edilmelidir. Zira klasiklerin ifade etmek istedikleri bir serbestlik anlamında İslam’da serbest piyasa var veya yok demiş olsak, hata etmiş oluruz. Çünkü klasik bir iktisatçı ile Müslüman bir iktisatçının dile getirdikleri, serbest piyasa aynı şeyler demek değildir.
Bu terimler konusunda Samuelson, çok dikkat çekici bir açıklamada bulunmuştur. Onun şu değerlendirmeleri, batı medeniyetinin sosyal bilimlerde, belki özellikle ekonomideki aczini itiraf etmesi olarak değerlendirilebilir. Zaten bize göre batı dünyası, ekonomiyi terim, tarif ve tasniflerini tamamlayarak bir bilim haline getirememiştir. Samuelson, özellikle sosyal bilimlerde “terimlerin zulmü”nden kendimizi korumamız gerektiğini söyledikten sonra, “Aynı kavram için iki ayrı terim kullanmamalıyız, farklı iki olayı da tek terimle göstermemeliyiz.” diyor ve şöyle bir örnek vererek meseleyi anlatmaya çalışıyor. “Krizin meydana gelmesine sebep, aşırı tasarruf olduğunu iddia eden Jones, Robinson’a şunları söyler: ‘Yanlış düşünüyorsun, hakiki sebep eksik tüketimdir’. Bunları dinleyen Schwartz da işe karışarak ‘ikiniz de saçmalıyorsunuz, hakiki sebep eksik yatırımdır.’ diyebilir. Hâlbuki bunlar bir an için tartışmayı bırakıp kullandıkları terimleri tahlil ve mukayese etselerdi, şeklen farklı gözüken bu üç iddianın da aynı olduğunu, aradaki farkın terim karışıklığından meydana geldiğini anlayacaklardı.” (Paul A. Samuelson, İktisat, s. 10).
Modern ekonominin terimleri ile İslam ekonomisinin terimleri de birbirinden farklıdır. Mesela bunun en güzel örneği “mal” kelimesinde görülmektedir. İslam hukukunda veya ekonomisinde bir şeyin mal sayılabilmesi için, onun dinen meşru ve aynı zamanda bir ihtiyacı giderebilecek kadar bir güce sahip olması gerekir. Buna göre Müslüman için haram kılınmış olan şarap ve domuz eti mal sayılmadığı gibi, üç beş buğday tanesi de en küçük bir ihtiyacı gideremediği için mal kabul edilmez (Bkz. İbn Abidin, IV, 3; M. Mutahhari, İslami İktisadın Felsefesi, çev: Kenan çamurcu, İst. 1995, s. 33; Mecelle, 126 ve 127. maddeler).
“Serbesti” kelimesi aslında iktisat tarihinde bir ekolün adıdır. Bu ekole klasik mektep adı verildiği gibi, serbesti mektebi de denir. Bu ekol mensupları, devletin ekonomiye müdahalesini kabul etmezler; bireyin serbestliğini savunurlar (İbrahim Fadıl, İktisat, İst. 1928, s. 43–45). Bunlar, Merkantilistlere bir tepki olarak ortaya çıkan Fizyokratların doğal-ilahi kanun fikrini geliştirerek, bireylerin serbest olmasıyla, ekonomiyi “görünmeyen bir elin” yöneteceğini ileri sürmüşlerdir. Fizyokrasi ekolüne mensup Gournay’ın bulduğu “Laissez faire, Laissez passer” (Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler) sözü, serbesti ekolünün bir sloganı haline gelmiştir (Feridun Ergin, Ak İktisat Ans. S. 355). Doğal olarak insanlar, ekonomide bu serbestlik düşüncesine bir takım ekonomik merhalelerden sonra, yasaklama, kısıtlama ve müdahalelerin zararlarını gördükten sonra ulaşabilmişlerdir.
İnsanlığın maddi ve manevi olarak yükselmesinin ancak bireyin çabası ile mümkün olabileceğine inandığı için serbesti ekolüne aynı zamanda ferdiyetçilik de denilmiştir (İbrahim Fadıl, İktisat, s. 45). Aslında modern ekonomi, bir toplum ekonomisi olarak doğmuş veya başka bir ifade ile devlet ekonomisi olarak ortaya çıkmıştır. XV. Y.Y.dan sonra orta çağdaki derebeylikler yavaş yavaş yıkılıp merkezi büyük devletler kurulmaya başlayınca ekonomi de hemen siyasetle/devletle irtibat kurmaya başladı. Nitekim çok geçmeden Antoine de Monchretien adındaki bir Fransız iktisatçı, ilk defa siyaset ve ekonomi kelimelerini birleştirerek, 1615 yılında “Economie Politique” (yani siyasi iktisat) adında bir ekonomi kitabı yayınladı (Feridun Ergin, İktisat, s. 1; Ak İktisat Ans. S. 685; İbrahim Fadıl, İktisat, s. 40). Bu batıda ilk dönemler o kadar toplumcu ve devletçi idi ki, hatta ferdiyetçilik ve liberalizmin temellerini attığı söylenen Adam Smith bile meşhur eserine “The Welt of Nations” (Milletlerin ve Devletlerin Zenginliği) adını veriyordu (Adam Smith, Milletlerin Zenginliği, çev: Haldun Derin, M E Basımevi, İst. 1948).
Biz, “İslam Hukuku Açısından Serbest Piyasa Ekonomisi” adlı eserimizde Fizyokrasi ekolünü tanıttıktan sonra, hazırlayan şartları ve fikirleri üzerinde durup İslam hukuku açısından bir değerlendirmesini yapmıştık. Fizyokratlar, kâinatta tabii-ilahi bir düzen bulunduğunu, ekonominin bu tabii düzen kanunlarına bağlı olarak çalıştığını ilk defa söyleyen iktisat düşünürleridir. Bu bakımdan fizyokratların önemli ölçüde İslam’a uygun bir düşünce içerisinde olduklarını söylemek mümkündür. “Çünkü İslam, insanın yaratılışına yerleşmiş ve tabiatın kanunlarıyla birleşmiş olan bir dindir. Tabiat, Allah’ın tekvini kanunu; İslam da teşriî kanunudur. Bundan ötürüdür ki, İslam’ın tekliflerinde akıl ile barışmayan, tabiata aykırı olan bir hüküm yoktur.” (Ahmet Hamdi Akseki, İslam s. LXX (70)).
Elmalılı da konuyla ilgili olarak şöyle demektedir. Gerçekten Allah Teala, âlemlerin rabbi olduğundan kâinatın hepsinde O’nun kanunları geçerlidir. Kanunlar bazen o kanunu koyanlara ve bazen konularına, ilişkili olduğu şeylere nispet olunur. Mesela “Solon Kanunu”, koyucusuna nispet edildiği gibi, “akar kanunu” da konusuna, yükümlülerine nispet edilmiştir. Tabiat da Allah’ın koyduğu kanunların hükmü altında olduğu için, bunların irade kanunlarının dışında kalanlarına “tabiat kanunları” adı da verilir. Fakat hepsinin koyucusu Allah Teala olduğundan, bunlara Allah kanunları ve ilahi nizam demek elbette daha doğrudur. Bunun için insanlığın hakkı, gerek ilimde ve gerekse dinde kanun koymak değil, Allah’ın kanunlarını arayıp bulmak, keşfedip ortaya çıkarmaktır. Arşimet hidrostatik kanununu, Newton yer çekim kanununu ve Aristo çelişme kanununu koydular demek doğru olmadığı gibi, Ebu Hanife de kıyas ve fıkıh kanunlarını koydu demek doğru değildir. Bu kanunlar onlar tarafından konmuş olsaydı, eğri ve yalan olurlardı. Doğru olmaları, Allah’ın kanununun keşfedilmesine nail olmalarından ileri gelir. Bunun için âlimler, icat eden değil, keşfeden ve ortaya çıkaran kimselerdir (Elmalılı, Hak Dini, I, 126).
İslam ekonomisinde üretim, tüketim, mübadele, tedavül ve vergi esasları arasında bir çelişki olmadığı gibi, ayrıca bu ekonomi ile din, ahlâk ve hukuk arasında da bir uyumsuzluk yoktur. Diğer taraftan İslam’ın insan ve topluma önerdiği hayat biçimi ile yerküresi ve kâinat arasında da bir çelişki veya uyumsuzluk değil, tam bir ahenk bulunmaktadır. Yalnız başka sistemlerin kelime ve terimleri İslam anlayışını ifade edemez. Mesela İslam’da serbest piyasa ekonomisi vardır, denildiği zaman bu, liberallerin, serbesti ekolü mensuplarının ve batı anlayışı çerçevesinde bir serbestlik değildir. Batının serbestlik anlayışını biz, kural dışılık olarak görüyoruz. Bunun böyle olduğu onların bilhassa resim, şiir ve edebiyatlarında da açıkça görülmektedir. Hâlbuki İslam’da ve onun önerdiği ekonomik hayatta kural dışılık yoktur. Çünkü ayette “İnsan kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanıyor?” (Kıyamet 75/ 36) buyrulmaktadır. Azimet denilen normal hayat ve sağlıklı ortam hep kanun ve kurallar içinde olduğu gibi, ruhsat dediğimiz anormal hayat ve hasta toplum bile hep kanun ve kurallar içerisinde çalışır. Yani varlıklar âleminde kural dışılık yoktur; hasta kişi de ve hasta toplum da yine kurallar içersinde hareket eder ve iyi olmaya çalışır. Tabiata, sosyal ve ekonomik hayata bu kanun ve kuralları koyan Allah’tır. Biz de Allah’ın koyduğu bu kanun ve kuralları din ve bilim yoluyla yani yine Allah’ın istediği metotla bulup onları ekonomik olaylara uygularız.
Onun için İslam, sosyal olaylarda olduğu gibi ekonomik olaylarda sadece irade beyanını yeterli bulmamış, buna ilave olarak tarafların gönülden hoşnut olup razı olmalarını şart koşmuştur. Biz hasta-doktor, öğretmen-öğrenci, devlet-vatandaş ve karı-koca arasındaki ilişkilere sosyal olaylar, diyoruz. Böyle hakların kullanılmasında irade beyanının yeterli olduğunu kabul ediyoruz. Bu konuda İbn Abidin, nikâh, talak ve itak akitleri, rıza şartı bulunmadan, ikrah (baskı ve zorlama) ile geçerlidir. Bir kimse yalandan veya şaka ile nikâhlısını boşamış olsa, hukuken boşanmış olur, fakat diyaneten (ahlâken) boşanmış olmaz”, demiştir (İbn Abidin, II, 421; Kâsânî, V, 176). İnsanların kendi aralarında daha çok mal, emek ve paraya dayanan muamelelerine de ekonomik olaylar diyoruz ki, bunlarda irade beyanından (teknik ifadesi ile icap ve kabulden) sonra bir de rıza şartı vardır. Onun için kişi, emek verip ürettiğine, alıp sattığına ve her türlü ekonomik muamelesine razı olmuş olacaktır. Bugün işçi denilen bireylerin, sözde onlar adına sendika ağalarının, özellikle sarı sendika temsilcilerinin yaptıkları toplu sözleşmelere gönülden hoşnut oldukları söylenebilir mi?
İslam ekonomisinde serbest piyasanın, kendi şartları içersinde oluşturulması için şu esaslar getirilmiştir.
1-Haksız yere insanların mallarını yememek ve ancak onların kendi rızaları ile arada yapılan bir mübadele akdi ve ticaret sözleşmesi ile alış-veriş yapmak gerekir. Bu konudaki ayeti daha önce açıklamış bulunuyoruz.
2- Faiz ve ihtikâr (karaborsa/stokçuluk) yasağı da İslam’ın koyduğu esaslardan birisidir. Faiz, İslam hukukçularının ifadesiyle karşılığı bulunmayan bir fazlalıktır. İnsan vücudundaki kan ne ise ekonomideki mal ve paralar o olduğu için, bunların devamlı tedavül etmesi ve dönüp dolaşması esastır. O bakımdan fazla olarak bir yerlerde meydana gelen yığılmalar ekonomik bünyede kanser gibi şişkinlik yapar, hastalık ve krizlere sebep olur. Bu husustaki ayeti de daha önce yazmıştık.
İhtikâr (karaborsa/stokçuluk), fiyatların yükselmesini bekleyerek, halkın muhtaç olduğu malı satmayıp hapsetmektir (Kamil Miras, Tecrid, VI, 448). Bu konuda hadisler de vardır. Mesela Muaz b. Cebel, der ki: Allah Resulüne ihtikârın mahiyetini sordum. “Kişi ucuzluğun olduğunu duyunca üzülür, pahalılığın olduğunu duyunca sevinir. İhtikâr yapan kimse ne kötü bir insandır ki, Allah fiyatları ucuzlatırsa üzülür, pahalılaştırınca ferah duyar”, buyurdu (Heysemi, Mecmeu’z Zevaid, IV, 101; Mansur Ali Nasıf, et-Tac, Büyu, 2). Mamer ve Ebu Hüreyre’den rivayet ediliyor ki, Hz. Peygamber “Kim Müslümanlara fiyatların yükselmesini arzu ederek ihtikâr yaparsa o, hata etmiştir.” (Heysemi, a.g.e. IV, 101 ve Et-Tac, Büyu, 2). İhtikâr yapan kimseleri Allah’ın cehenneme atacağı hakkında hadisler de vardır (Bkz. Heysemi, a.g.e. IV, 101).
3- Fiyat koyma yasağı (narh): İslam ekonomisinde fiyat koymak, taban veya tavan fiyatlarını belirleme diye bir şey yoktur. Fiyat koymak, haramdır; genel çoğunluğun görüşü budur. Fakat Malik, bunun caiz olduğu görüşündedir. Fakat bundan maksadın, çarşıda bir adamın ihtikâr yapmasıyla ve fiyatlarda tekel tahakkümü kurmasıyla mücadele için devletin uygun olan bir fiyatı belirlemesi ümit edilir (Mansur Ali Nasıf, Tac, II, 204, dip not: 4)
Hz. Peygamber, fiyatların devlet tarafından tespit edilmesini, enflasyonu önleyici bir tedbir olarak görmemiştir (Bkz. Fazlurrahman, İslamiyet ve İktisadi Adalet meselesi, çev: Yusuf Ziya Kavakçı s. 42). Ömer Nusuhi Bilmen; “Devletin narh koymaması, malların fiyatlarını tayin ve tespit etmemesi esastır. Allah Teala hazretlerinin her işte bir hikmeti vardır. Fiyatların bazen düşmesi, bazen de yükselmesi, sadece doğal şartlarla meydana geliyorsa, bunu normal karşılamak gerekir.” demiştir (Ö.N.Bilmen, Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu, VI, 125). Diğer taraftan fiyat koymak, ticari hayatta malların gizlenmesine sebep olabilir. Malların gizlenmesi de fiyatların yükselmesi sonucunu doğurur. Fiyatların yükselmesi de fakirlere zarar verir (Seyyid Sabık, Fıkhu’s Sünneh, III, 105).
Enes ve Muhammed b. Abdurrahman’dan rivayet ediliyor ki, Rasulullah zamanında bir vakit fiyatlar yükseldi. İnsanlar Hz. Peygambere gelip bizim için fiyat koy, dediler. Bunun üzerine Rasulullah da şöyle buyurdular: “Fiyatları koyan, kıtlık ve bolluk yapan ve rızk veren Allah’tır. Allah’a yemin ederim ki, ben size kendiliğimden ne bir şey verebilir ve ne de men edebilirim. Ben ancak bir hazinedarım; işleri emir olunduğum gibi yaparım; veren ise Allah’tır. Ben, mal, can ve kan hususunda hiç kimsenin hakkını üzerime geçirmeden Allah’a kavuşmak istiyorum” (Ebu Yusuf, Kitab-ül Harac, s. 91; Ebu Davud, III, 272; Tirmizi, III, 605; İbn Mace, II, 741).
4-İslam ekonomisinde yasaklanan şeylerden birisi de müşteri kızıştırmaktır. Bu enflasyona sebep olduğu gibi, böylece satıcı lehine ve müşteri aleyhine bir durum da ortaya çıkmış olur. Hz. Peygamber “neceş”ten yani müşteri kızıştırmaktan nehyetmiştir (Buhari, III, 91; İbn Mace, II, 733; Tecrid, VI, 457). Neceş, malı kendisi satın almak istemediği halde, başkalarını teşvik için, alıcı gibi gözüküp de malın fiyatını artırmaktır (Merğınani, el-Hidaye, III, 40; Kasani, V, 233; İbn Kudame, el-Muğni, IV, 160; Molla Husrev, Dürer, II, 177). Fazla fiyat vermek suretiyle müşteri kızıştırarak pahalılığa ve fiyatların yükselmesine böylece haksız kazanca sebep olan bu tür davranışı bazıları tahrimen mekruh saymışlar (Muhammed b. Abdurrahman ed-Dımışkî, Ramet-ül Ümmeh, II, 2), bazıları da helal değildir, diye tavsif etmişlerdir (Bkz. İbn-ül Hümam, Feth-ul Kadir, V, 240).
5- Kuran ve sünnette kâr haddini belirleyen bir delil yoktur. Aslında kâr haddi, arz ve talebin kesiştiği noktada teşekkül eden fiyatın içinde bulunmaktadır. Serbest piyasayı benimsemiş olan bir sistemin fiyat tayin etmesi ve kâr yüzdesini belirlemesi uygun olmaz. Onun için ayet ve hadislerde “Kâr şu kadar veya bu kadar olur.” diye bir belirleme yoktur. Fakat talep arttıkça fiyatların yükselmesi de doğal olmakla beraber bundan İslam ekonomisinde çok fazla fahiş kârların da meşru olduğu sanılmamalıdır. Toplumun ahlâkî seviyesi, arz-talep dengesi, yer ve zaman farkı, daha birçok faktörler kâr nispetine tesir ederler. Bu konuda kâr asıl semenin (bedelin) ikide biri nispetindedir, diyenler olduğu gibi (Ö. N. Bilmen, Hukuku İslamiyye, VI, 120), yine narhta 1/ 2 ve 1/3 gibi kâr nispeti verenler de olmuştur (Bkz. Celal, Yeniçeri, Yıllık, s. 212). Ebu Hanife, murabaha alış-verişinde kâr, sermaye kadar olduğu zaman, satışı yapılan böyle bir mal üzerinden tekrar kâr sağlamayı caiz görmemektedir.
Hadislerde kâr haddinin belirlenmesi bulunmamakla beraber bu konuda bize bir fikir verecek örnekler de yok değildir. Mesela Hz. Peygamber, Hakim b. Hizam’a kendisine bir kurbanlık alması için 1 dinar verdi. Hakim, bu 1 dinar ile bir koyun satın alıp sonra bu koyunu 2 dinara sattı. Sonra dönüp bu 2 dinarın birisi ile bir kurbanlık daha satın aldı, diğer dinarı da aldığı koyunla birlikte getirip Hz. Peygamber’e verdi. Hz. Peygamber de bu 1 dinar parayı tasadduk etti ve Hakim’e ticaretinde hayırlı ve bereketli olması için dua etti (Ebu Davud, III, 256; No: 3386). Aynı olay yine Hz. Peygamber ile Urve el-Barikî arasında tekrar etmiştir (Bkz. Ebu Davud, III, 256; No: 3384). Bu her iki hadiste de sermayesi ve maliyeti 1 dinar olan bir malın, 2 dinara satıldığını, yani yüzde yüz, başka bir ifade ile sermaye kadar kâr yapıldığını görüyoruz.
Sermaye ile kâr münasebetini belirten başka bir hadis daha vardır. Hz. Peygamber, tazmin ve tekeffül edilmeyen bir malın kârı helal olmaz, buyurmuşlardır (Ebu Davud, III, 283, No: 3503; İbn Mace, II, 737, No: 2187; İmam Şafii, el-Ümm, III, 70; Serahsi, Mebsut, XIV, 36). Buradaki tazmin ve tekeffül edilmeyen kârdan maksat, kâr-zarar dengesi olmayan, yani riziko taşımayan bir kâr olsa gerektir. Serahsi bunu bir misalle şöyle açıklamaktadır: Bir kimse mesela 100 liraya bir mal kiralasa, o mala hiçbir masraf ve ilave yapmadan bir arkadaşına veya başka bir kimseye 120 liraya kiraya verse işte bu 20 lira tazmin ve tekeffül edilmeyen, yani riziko taşımayan bir sermayenin kârıdır (Serahsi, XV, 130–131; Krş. Kâsânî, Bedayi’, IV, 206; İbn-ül Hümam, Feth-ul Kadir, V, 215, 265; Şevkani, Neyl-ül Evtar, V, 203 ve devamı).
Riziko taşıyan sermaye olduğuna göre, nimet ve külfet dengesini de nazar-ı itibara alarak, yukarıdaki hadisler ışığında ve Ebu Hanife’nin içtihadından da faydalanarak biz, İslam ekonomisinde en çok sermaye kadar kâr almaya izin verilmiştir, demek istiyoruz. Fakat bundan amacımız, İslam ekonomisinde bir kâr haddinin ve sınırın var olduğunu söylemek değildir.
Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, kâr, değişken fonksiyonlu bir olaydır. Zaman, zemin ve şartlara göre bazen düşük bazen de yüksek olabilir. Ancak bizim kanaatimiz odur ki, normal şartlar altında ticari bir malın sermayesinden daha fazla elde edilen kârın, bu fazla kısmı yani yüzün üzerindeki kâr, rizikosuz bir kâr olup meşru olmasa gerektir.
6- İslam ekonomisinde pazara çok önem verilmiştir. Hz. Peygamber, ticaret mallarının pazaryerine gelmeden yollarda satılmaması konusunda şöyle buyurmuştur: “Satılmak üzere pazaryerine getirilmekte olan ticaret mallarını yolda karşılamayınız…” İslam hukukçuları, Hz. Peygamber’in ticaret mallarını yolda karşılamayı niçin yasakladığının sebeplerini araştırmışlar, mal sahibi, çarşı ehli ve bölge halkı açısından açıklamalarda bulunmuşlardır.
Mal sahibi, henüz pazaryerine gelmediği için, fiyatlar hakkında bir bilgisi olmadığından, ucuza satmış ve böylece zarar görmüş olabilir. Bu sebeple pazaryerine geldiği zaman fiyatların yüksek olduğunu görüp aldandığını anlarsa malını geriye alıp cayabilir. Karşılamaya gücü yetmeyen çarşı halkı için de malları ikinci elden alacaklarından, kendilerine pahalıya mal olur ve bu sebeple de zarar görürler. Malları yolda karşılayıp alanlar döndükleri zaman ucuza almış oldukları bu malları diledikleri yüksek bir fiyattan satış yaparlar ve böylece bölge halkına da zarar vermiş olurlar. Çünkü müstahsil, malları pazaryerine kendileri getirselerdi, mal el değiştirmemiş ve dolayısıyla fiyatlar yükselmemiş olacaktı (İmam Malik, Muvatta, IV, 307; Şafii, el-Ümm, III, 93; Kâsânî, V, 232; Merğınanî, IIı, 40; İbn Teymiye, el-Hisbe, s. 11; İbn Kayyim el-Cevziyye, et-Turuk-ul Hikemiyye, s. 283; İbn Hümam, V, 239; M. Hüsrev, II, 177; İbn Nüceym, VI, 108; Şah Veliyyüllah, Huccetullahi’l Baliğa, II, 110; Seyyid Sabık, Fıkh-üs Sünneh, III, 119).
7- Serbest piyasaya düşüncesine katkı sağlayacak başka bir hadis daha bulunmaktadır. Hz. Peygamber, “Hiçbir şehirli, hiçbir bedevi namına malını satmasın” buyurmuşlardır (Buhari, III, 94; Müslim, V, 17; Ebu Davud, III, 269). Şu halde şehirliler (yerliler), bedeviler (köylüler) ve yabancılar adına onların mallarını satmamalıdır. İbn Abbas’a bu hadisin manası sorulduğu zaman, “Onlar için simsar olmayın.” şeklinde bir açıklama getirmiştir.
Biz burada Şafii’ye dayanarak şöyle bir açıklama getirmek istiyoruz: Yabancılar, piyasa hakkında bir bilgileri olmadan mallarını pazara getirirler. Bölge halkının da bu mallara ihtiyacı vardır. Fakat onlar yabancı olduklarından dolayı yer bulma, malları taşıma ve buna benzer birtakım sıkıntılarla karşı karşıyadırlar. Halk ihtiyacı olduğu için bu malları satın almak ister. Bunlar da adı geçen sebepler yüzünden hemen satmak isterler. Bu suretle mallar, piyasa fiyatı da öğrenildikten sonra, tam bir arz-talep dengesi içerisinde en uygun bir fiyat ve kârla satılmış olur. Böylece hem satıcı, hem de alıcı kazanmış olur.
Bu malları kendilerinin değil de şehirlilerin ve yerlilerin onlar adına sattığını düşünecek olursak, yerli simsarlar bu malları onlardan ucuz bir fiyatla alıp piyasa fiyatlarının yükselmesini bekleyerek, çok kârla satmak isterler. Böylece onların rızklarına mani oldukları gibi, hem mal sahiplerine zarar vermiş, hem de malları saklayıp pahalı satmakla bölge halkına zarar vermiş olurlar. Bu durumda her iki taraf da zarar edeceğinden, böyle bir alışverişi Hz. Peygamber yasaklamış bulunmaktadır (Şafii, el-Ümm, III, 92; İbn Kudame, IV, 162; İbn Kayyim, s. 308).
8- Fiyatların serbest bir şekilde oluşmasını önleyeceği için Hz. Peygamberin yasakladığı alış-veriş türlerinden birisi de fiyat üzerine fiyat koymak ve pazarlık üzerine pazarlık yapmaktır. Bu konuda Resulü Ekrem “Sizden biriniz, diğer birinin alış-verişi üzerine alış verişe girişmesin. Kardeşi bir malı satın almak üzere iken diğer bir kimse o malı almaya kalkışmasın.” buyurmuştur (Buhari, III, 90; Müslim, V, 12; Ebu Davud, III, 269).
Bu hadise göre hangi sebeple olursa olsun, kesinleşmiş bir alış-veriş sözleşmesini bozdurmak haramdır. Satıcıyı kışkırtıp satılmış bir malı daha fazla bir fiyat vermek suretiyle ayartıp kendisi almak, yani satıcıya; “Alış-verişi feshet, ben sana ondan daha fazla kâr vereceğim.” demek haramdır (Merğınani, III, 90; Molla Hüsrev, II, 177; İbn Kudame, IV, 161; el-Aynî, Umdet-ül Kari, XI, 257; İbn Hümam, V, 239; İbn Nüceym; el-Bahr, VI, 107; eş-Şevkani, V, 189).
9- Malların teslim alınmadan satışı, piyasa fiyatının dışında başka bir fiyatın doğmasına sebep olacağı için yasaklanmıştır. Bu konuda Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Kim bir yiyecek maddesi satın alırsa, onu teslim alıp kabzetmeden satmasın.” (İbn Mace, II, 749; No: 2226). Bu konuda İbn Ömer’den açıklamalar rivayet edilmiştir. Peygamberimiz zamanında halk, kervan sahibi tacirlerden malı teslim almadan kabzetmeden zahire alırlardı. Sonra Rasulullah, bu tacirlere memur gönderdi. Mallarını zahire pazarına nakledip getirinceye kadar malı oldukları yerde satmalarını yasakladı. Yine İbn Ömer, “Peygamberimiz, iştira edilen hububatı ölçüp teslim edinceye kadar onun kabızdan önce satılmasını yasakladı.” dedi (Buhari, III, 89; Müslim, V, 23; No: 38; Nesai, VII, 287; Tecrid, VI, 437, No: 986). İbn Ömer şöyle devam etti: “Ben Peygamberimiz zamanında götürü pazarlıkla erzak satın alan ve kabız etmeden başkasına satmak isteyen öyle ihtikârcılar, stokçular gördüm ki, onlar bu malları yükleyip nakledinceye kadar dövülürler ve kabız etmeden önce satmaktan men olunurlardı.” (Tecrid, VI, 446, No: 991). Bu hadislere, zahire tüccarının zahire pazarına gelmeden evvel malını satması, fiyatların yersiz yükselmesine sebep olur ve böylece başkasının haksız olarak zarar görmesine sebebiyet verir endişesiyle yasaklanmıştır gibi bir açıklama getirilmiştir (Bkz. Tecrid, VI, 437, No: 986).
“Mücazefe” yani tartı ve ölçüye vurmaksızın göz kararı ile veya başka bir deyişle götürü pazarlıkla mal almak meşru ve helal görülmüştür. Ancak bu suretle alınan malı kabız ve nakil etmeden başka bir müşteriye satma işi yasaklanmıştır. Çünkü bu ihtikâra sebebiyet veren bir alış-veriş biçimidir. Satın alınan bir malı teslim almadan satış yolu açık bulunursa, bir ambarda depo edilmiş bir mal, yerinden kalkmadan elden ele dilden dile dolaşa, dolaşa sebepsiz olarak fiyatları yükseltir. Buna engel olmak için hadiste satın alınan hububatın kabzı lazım geldiğine İbn Ömer tarafından işaret edilmiştir: “Mücazefe suretiyle alınan malın sahipleri bu mallarını hayvanlara yükleyip pazara götürünceye kadar sıra dayağına çekilirler.” denilmektedir ki, bu malın bulunduğu yerden kaldırılıp nakledilmesi, şeriatın fiyatların yükselmesine mani olmak üzere hedef edindiği kabız ve tesellümdür ve burada hadisin sevk konusundaki biricik amacı budur (Tecrid, VI, 447, 448).
10- Çaresiz kalan kişinin alış verişi de yine serbest piyasaya uygun bir fiyat olmayacağı ve mecburiyet karşısında yapılmış bir satım veya alım sözleşmesi olacağı için yasaklanmıştır. “Bey-i muztar” denilen bu alış-verişin haram olduğu kaynaklarda bulunmaktadır. Hz. Ali’den rivayet edilen bir hadiste Hz. Peygamber’in çaresiz kalan kişinin alış-verişini yasakladığı bildirilmektedir (Ebu Davud, Hattabi Şerhi, III, 676).
Satıcı malını, muztar kimseye sattığı zaman, fiyatı yükseltmeden, başkalarına sattığı fiyat üzerinden vermelidir; yoksa alış veriş fasit olur (İbn Ağabeydin, IV, 110). İhtiyacı olan malı, ancak bir kişinin yanında bulabilen kimse başkalarının aldığı fiyattan alır. Hele böyle bir alış-veriş insanların yiyecek ve giyecek maddeleri gibi zaruri, günlük ihtiyaçlarından olursa, satıcı böyle malları bilinen normal fiyatıyla satmak mecburiyetindedir. Bu şekilde davranması kendisine dini bir görev (vacip) olur (İbn Teymiye, Fetava, XXIX, 361).