Ayrıntılı Konu Bilgileri
Sayfa BaşlığıKonu: KISSADAN HİSSELER 2
Mesaj SayısıMesaj Sayısı: 0 cevap var
OkumaGösterim: 929
Google Özel Arama

Gönderen Konu: KISSADAN HİSSELER 2  (Okunma sayısı 929 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

    çoban

  • Özel Üye
  • *

  • İleti: 1494
  • Rep: +89/-0
  • Cinsiyet: Bay
  • AH MİNEL AŞKİ VE HALATİHİ AHRAKA KALBİ ...........
    • Profili Görüntüle
  • Çevrimdışı
KISSADAN HİSSELER 2
« : 22 Nisan 2007, 11:22:47 »


 

EN DAYANIKLI KALE

 

Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubat batıya doğru ilerleyen Moğol tehlikesine karşı ülkenin önemli merkezlerine savunma kaleleri yaptırıyordu Yapımı tamamlanan bu kalelerden birini, dönemin din ve ilim ulusu Sultan Veled'e (Mevlânâ'nın babası) gösterip fikrini sordu  O da açıkladı:

- Kale gerçekten çok muhkem (sağlam) Düşman saldırılarını göğüsleyecek güçte Ama yönetimindeki mazlum ve mağdurların dua oklarına karşı seni koruyacak bir kale yaptırmayı düşünmüyor musun? Mazlumların dua oklarına karşı dayanıklı kale taştan tuğladan yapılamaz, çünkü onları deler geçer O kale ancak Allah korkusuyla, adalet ve merhametle inşa edilebilir

 

EN GÜZEL KUBBE

 

Mevlânâ'nın dostlarından Muiniddin Pervane bir gün Mevlânâ'ya gelerek "Sultanü'l-ulema" diye anılan babası Sultan Veled'in mezarı üstüne eşsiz bir kubbe yapmak istediğini, buna izin verip veremeyeceğini sordu Mevlana şöyle dedi:

"Gerçekten çok güzel, benzeri bulunmayan bir kubbe yapabilirsin Bir eşi dünyanın başka bir yerinde bulunmayabilir Ama hiç bir kubbe ilahi şaheser gökkubeden güzel ve üstün olamaz O halde mezar yine Allah eseri kubbe altında kalsın

 

ER ÇİLESİ

 

Büyük mutasavvıf Hacı Bektaş Veli'ye müridleri bir gün "Sizinle beraber biz de erbaine (çileye, kırk günlük nefsi terbiye edici perhiz) girelim" dediler Hacı Bektaş kendilerine sordu:

- Er çilesine mi, kadın çilesine mi?

Müridler bundan bir şey anlamayınca açıkladı:

- İsterseniz 40 gün bir şey yemeden riyazet (perhiz) yapalım, bu kadın çilesidir İsterseniz 40 gün tuzlu et yiyip su içmeyelim, bu da er çilesidir

Müridler bağış dilediler:

- Efendimiz biz bu ikincisine dayanamayız

 

GURURDAN KORKMAK

 

Büyük Türk Padişahı Yavuz Sultan Selim,

sert ve gerektiğinde şiddete başvuran bir hükümdar olmakla beraber, dindarlığı, Allah'a ve Resulüne bağlılığı, bu konuda iddialı olan bir çoklarını geride bırakırdı Suriye ve Mısır'ı fethedip Kölemenler devletini yıktıktan sonra mukaddes emanetler ve "Müslümanların halifesi" unvanı kendine geçmişti Artık camilerde hutbeler Yavuz Sultan Selim adına okunuyor ve kendisinden "Hakimü'l-Harameyn" (Mekke ve Medine'nin hakimi) diye bahsediliyordu O bu "Hâkimü'l-Harameyn" ifadesini kutsal yerlere saygıyla bağdaşmaz bulmuş, "Hâdimu'l-Harameyn" (Mekke ve Medine'nin hizmetkârı) olarak değiştirmişti Dince kudsiyeti olan şeylere bu kadar saygılıydı Yavuz Sultan Selim "şir-pençe" denen ve o devirler için öldürücü olan bir hastalığa yakalanmıştı Bu hastalık kendisini iyice yatağa düşürdüğü bir sırada

Yavuz'un sohbet dostu Hasan Can artık yapılabilecek fazla bir şeyin kalmadığını anlatmak için, "Efendimiz artık Allah'la beraber olmanın zamanıdır" deyince, Koca hükümdar kendisini, "Sen bizi şimdiye kadar kiminle sanırdın hey Hasan Can?" diye paylamıştı

işte bu büyük hükümdar, iki yıl süren, önemli savaşlara sahne olan, büyük zafer ve kazançlar elde edilen Suriye ve Mısır seferinden dönüşte ikindi vakti bu günkü Üsküdar'a gelmişti Bütün beylere paşalara emir verdi ki gece oluncaya kadar Üsküdar'da kalınacak, karşıya karanlık basınca geçilecekti Bazı yetkililer gündüzden geçilmesini daha uygun bulduklarını, geceyi beklemenin niçin gerekli görüldüğünü sormak cesaretinde bulundular Padişah da açıklama büyüklüğü gösterdi: "Bütün dünyada yankı uyandıran büyük bir zafer, şan ve şerefle dönüyoruz Gündüzün istanbul'a geçtiğimiz takdirde halk büyük bir karşılama yapacak tezahüratta bulunacaktır Bu da nefsime bir gurur getirebilir Bundan Allah'a sığınırım Buna meydan vermemek için payitahta gece geçeceğiz"

 

SORUMLULUKTAN KURTULMA

 

Büyük Osmanlı Hükümdarı Kanuni Sultan Süleyman'a "Kanunî" lakabının hak ve adalet konusundaki titizliği dolayısıyla verildiği malumdur

Bu büyük hükümdarın ölümüne bağlı olarak yerine getirilmesini istediği bir vasiyeti vardı Bu vasiyet, içinde ne olduğunu kendisinden başka kimsenin bilmediği 25 cm2 büyüklüğünde küçük bir sandığın ölümü halinde mezarda yanına konmasıydı Hayatı seferlerde geçen, seferdeyken ölen

Kanuni İstanbul'a getirilince derhal defin işlemlerine başlandı ve bu vasiyet de hatırlandı Sandık meydana çıkarıldı ve hazır tutuldu Büyük hükümdarın cenaze töreninde şüphesiz sadrazamından şeyhülislamına bütün devletliler mevcuttu Dönemin en büyük din bilgini ve şeyhülislamı Ebussuud Efendi'ye Kanuni'nin anıldığı şekilde

bir vasiyeti bulunduğu, fikrini almak bakımından söylendi Ebussuud Efendi "Zinhar böyle bir vasiyeti yerine getirmeyesiz, dini mübine (İslâm'a) uymaz' dedi Ebussuud Efendi bir şey söylüyorsa orada durmak gerekirdi Konunun en büyük otoritesiydi Nihayet üzerinde diğer görüşler de alındıktan sonra vasiyetin yerine getirilmemesi kararlaştırıldı Küçük sandık mezara konulmadı ama içinde ne vardı, dünyanın en büyük hükümdarının mezarına konmasını istediği şey neydi? Herkesi bunun merakı sarmıştı Bu vasiyet yerine getirilmediğine göre sandık açılmalıydı Nitekim öyle yapıldı Kutu ehil bir el tarafından açıldı Bir de ne görülsün, içi, Kanuni'nin yapacağı işlerin, vereceği kararların dine uygun olup olmadığı hakkında şeyhülislama sorduğu sorulara aldığı cevaplar demek olan "fetva"larla dolu idi Kanuni, Allah'ın huzuruna yüzü ak çıkmak, O'nun rızasına aykırı bir iş yapmadığını belgelemek istiyordu Devrin en büyük bilgini Ebussuud Efendi bu olay karşısında, "Hey büyük sultan, sen Allah katında kendini temize çıkardın, mes'uliyeti bize yıktın, biz nasıl bunun altından kalkacağız bakalım?" demekten kendini alamamıştı

 

CAMİDE NARGİLE

 

Eserleriyle Osmanlı Türk-İslâm tarihine damgasını vuran, Türk mimarlık tarihinin yüzakı Mimar Sinan, en büyük ve en muhteşem eseri Sûleymaniye camiinin inşasını tamamladıktan sonra bazı bakımlardan bu ulu mabedi testlere tâbi tutuyordu Bunlardan biri de cami içinde sesin dengeli bir şekilde dağılıp dağılmadığını, mihrapta Kur'an okuyan imamın sesinin en arkalardan ve diplerden duyulup duyulmadığının denenmesi idi Bunun için Mimar Sinan nargile kullanıyordu Nargileyi mihraba koyuyor, içindeki suyu fokurdatıyordu Bu fokurtu cami içinde ahenkli bir şekilde dağılıyor mu, her yerden net olarak duyuluyor muydu, bunu kontrol ediyordu Her devirde eksik  oImayan gammazlardan biri, Anadolu halkının evliya olarak bildiği bu büyük insanı Kanuni'ye ispiyon etmişti: "Efendimiz, Mimar Sinan yeni yaptığı caminin mihrabında nargile fokurdatıyor" Kanuni hiç ihtimal vermedi Sinan'ın samimi bir Müslüman olduğuna, böyle bir şey yapmayacağına güveni tamdı Ama usulen de olsa olayın üzerinde durmadığı takdirde yanlış anlamalara ve dedikodulara meydan vermiş olabilirdi Bu sebeble bir gün aniden camie geldi Camii gezip dolaşırken mihraptaki nargileye gözü tesadüfen takılmış gibi yaptı Sordu: "Bu da ne oluyor? Camide nargile kullanan mı var?" Sinan sakin, kendinden emin cevap" verdi: "Hâşâ hünkarım, beytullahta (Allah'ın evi) nargile içecek kadar din, iman yoksunu değiliz elhamdülillah Burada bulundurmamızın sebebi, onu fokurdatmak suretiyle camiin ses düzenini kontrol etmektir Dikkat buyurursanız nargilede tömbeki (tütün) bile yoktur"

Herşeyin tahmin ettiği gibi çıktığını gören hükümdar Sinan'ın sırtını sıvazladı ve camiden ayrıldı

 

EN BÜYÜK KERAMET

 

Türk asıllı mutasavvıfların en büyüklerinden birinin Aziz Mahmud Hüdayi olduğunda şüphe yoktur Bugün Üsküdar'da adıyla anılan caminin avlusunda türbesi bulunan Aziz Mahmud Hüdayi I Sultan Ahmed'in de mürşidi idi Hükümdardan büyük saygı görüyor, kendi de hükümdarı seviyor ve sayıyordu Arayı pek fazla uzatmadan birbirini ziyaret ederlerdi Biri din ve maneviyatın ulusu, diğeri devletin ulusu bu iki insan uzun süre birbirini görmeden duramazdı Sultan Ahmed'in en mutlu anları şeyhiyle beraber olduğu anlardı Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri ziyaretine geldiğinde onun hizmetini bizzat kendisi yapardı Aziz Mahmud'un Topkapı sarayında yine padişahı ziyaret ettiği bir gün namaz vakti yaklaşmış, Aziz Mahmud Hazretleri de abdest alıp hazırlanmak istemişti Derhal leğen ve ibrik istendi Padişah suyu kendisi dökerek şeyhinin abdest almasına yardımcı oldu Bu sırada valide sultan (padişahın annesi) de kurulanması için havlu elinde bekliyordu Valide sultan bu sırada içinden şunu geçiriyordu: "Ah şu mübarek insan bir keramet gösterse de gözümüz açılsa ne olur?" Abdest almayı bitirmiş, kurulanmak üzere valide sultanın elindeki havluya uzanırken, valide sultanın içinden geçenlere vâkıf olan Hüdayi Hazretleri, "Dünyanın en büyük devletinin hükümdarının altın ibrikle su döktüğü, annesinin en nadide iplikten dokunmuş havlusunu tuttuğu insan, hiçbir sıfatı bu lunmayan, sıradan bir kul, bir abdi acizdir Bundan daha büyük keramet ne olabilir?"

 

KÜÇÜK BÎR ÇAMUR DENİZİ SULANDIRMAZ

 

Sultan Ahmed'le Aziz Mahmud Hüdayi birbir lerini o kadar sever sayarlar, birbirlerine o kadar bağlıdırlar ki, bu sevgi saygı ve bağlılıktan kaynaklanan bir çok olay ilgili kitaplarda yer almıştır

Sultan Ahmed, Şeyhi Aziz Mahmud'a bir hediye sunmak istiyordu Mürşidinin kendisinden bu hediyeyi kabul etmesi onu çok mutlu edecekti Sultan Ahmed bir gün kendine uygun gördüğü birhediyeyi Aziz Mahmud Hüdayi Hazretlerine gönderdi Ama Şeyh Hazretleri kabul etmedi Şüphesiz bu kabul etmeyiş, sultana karşı bir tavır anlamına gelmiyordu Gerçek din büyüklerinden çoğu prensip olarak hediye kabul etmezdi Bu, büyük insanların dünya malına hangi gözle baktıklarını, başkaları için ulaşılmaz sayılan şeylerin nazarlarında hiçbir değer taşımadığını ifade etmenin bir yoluydu

Sultan Ahmed şeyhi Hüdayi'nin kabul etmediği hediyeyi yine bu devrin maneviyat ulularından Abdülmecit Sivasî'ye gönderdi Sivasî kabul etti Kendisine, padişahın aynı hediyeyi Aziz Mahmud Hüdayi'e sunduğu ama kabul etmediğide hatırlatıldı Sivasi Hazretleri gerçek büyüklere yakışır bir tutum ortaya koydu: "Hüdayi Hazretleri bir karga değildir ki leşi kabul etsin" dedi Aziz Mahmud Hüdayi'ye de "Sizin kabul etmediğiniz hediyeyi Şeyh Sivasî kabul etti" dediler Onun tepkisi de şöyle oldu: "Onun için hiç bir sakıncası yoktur Çünkü o öyle büyük bir umman (okyanus) dur ki bir parçacık çamurun kendini bulandırmayacağını bilir"

 

HOŞA GİDEN YORUM

 

Aziz Mahmud Hüdayi ile l Sultan Ahmed'in dostluklarının ilginç bir başlangıcı vardır Sultan Ahmed tahta çıktıktan bir süre sonra bir rüyasında, Macaristan kralı ile mücadele ederken sırtüstü yere düştüğünü, kralın da üstüne çıktığını gördü Padişahın bu rüyasını gerek sarayda gerekse saray dışında makul bir yoruma bağlayan çıkmadı Bunun üzerine padişaha bu rüyasını Üsküdar'da oturan, ünü yeni yeni yayılan Aziz Mahmud Hüdayi'ye yorumlatması teklif edildi Sultan Ahmed rüyasını bir kağıda yazıp cevaplandırması isteğiyle Aziz Mahmud Hüdayi'ye gönderdi Hüdayi hükümdarın adamını dergahının kapısında karşıladı, elindeki mektubu aldı daha okumadan "cevabı burada" deyip kendi mektubunu verdi ve geri çevirdi Aziz Mahmud Hüdayi padişahın rüyasını şöyle yorumlamıştı: İnsanın rüyasında rakip karşısında sırtüstü yere düşmesi, gerçek hayatta ona galip geleceğine işarettir Sırt insanın en kuvvetli yeridir Toprak da en kuvvetli dayanaktır Bu ikisi birleşince kuvvet üstüne doğar Kısaca bu rüya islam'ın kafirlere galebe edeceğini simgeler

Sultan Ahmed, bu mantıklı ve müjdeli yorumu yapan şeyhe karşı içinden bir sevgi ve yakınlık duydu, işte bu sevgi ve yakınlık büyük bir dostluğun başlangıcı oldu

 

HZ PEYGAMBER'IN SELÂMI

 

Sultan III Osman'ın (padişahlığı 1754-57 yılları arası) sadrazamlarından Hekimoğlu Ali Paşa başarılı ve yetenekli bir devlet adamı, oldukça dindar bir kimse idi Bu Ali Paşa zamanında bir tüccar iflas etmiş, bütün mal ve servetini kaybetmiş, üstelik bir de borca girmişti Bu sıkıntılı durumda iken müracaat ettiği bütün eş-dost kapıları, bu durumdaki herkese yapıldığı gibi yüzüne kapanmıştı Adamcağız bu çaresiz haldeyken bir gece rüyasında Peygamberimizi gördü ve O'ndan yardım ve destek istedi Peygamberimiz ona "Git Allah'ın makbul kulu Ali Paşa'ya benden selam söyle sana 100 altın versin" dedi Adam, "Ya Rasûlallah ben Ali Paşa'ya selamınızı iletir, bana 100 altın vermesini emrettiğinizi söylerim ama bana inanmaz" dedi Hz Peygamber (sas) şöyle buyurdu: "Sana inanması için ben sana belge vereceğim Ali Paşa bana her akşam yüz salavatı şerife okurdu, ama geçen perşembe akşamı okumadı Bunu ona söylersen sana inanır" Sabah olunca adam hemen Ali Paşa'ya koştu Rüyasını anlattı' Ali Paşa "Peygamberimiz bana niye söylemiyor da sana söylüyor?" diye inanmak istemedi Adam Hz Peygamberin verdiği belgeyi öne sürdü: "Efendim ben bana inanmayacağınızı Hz Peygamber'e söyledim O da bana bir belge verdi Siz her gece Efendimize yüz salavatı şerife okuyormuşsunuz, ama geçtiğimiz perşembe akşamı okumamışsınız" Ali Paşa düşünmüş o gece hakikaten okumadığını farketmiş Bunun üzerine adama şöyle der: "Peki Hz Peygamber sana ne söyledi ise aynen tekrarla" Adam tekrarladı: "Ali Paşa'ya benim selamımı söyle sana 100 altın versin" Ali Paşa "Bir daha söyle" diye tam yedi defa tekrarlattı Adam, Ali Paşa'yı kendisiyle alay ediyor sandı ve paradan da ümidini kesmişti ki, Ali Paşa "Sana Peygamberin her selamı için 100 altın vereceğim Yedi defa tekrarlattım 700 altın eder" der ve gerçekten 700 altını verir

 

BİR SALTANAT Kİ

 

Bugün İstanbul'da oturup da bu şehrin Laleli diye bir semti bulunduğunu bilmeyen yoktur Burada yine bu isimle anılan bir de tarihi cami vardır Bu semt ve cami hakkında ilginç bir hikaye anlatılmaktadır:

Laleli Camiini Sultan III Mustafa (Padişahlığı 1757-74 yılları arasıdır) yaptırmıştır Sultan Mustafa bu camii yaptırırken çevrede Laleli Baba namında bir din büyüğünün yaşadığını, gerçek bir mürşit olduğunu, hikmetli sözler söylediğini öğrendi İçinde bu zatla görüşmek, söz ve sohbetinden yararlanmak arzusu doğdu Cami inşatını denetlemeye geldiği bir gün Laleli Baba ile görüşmek istediğini bildirdi Laleli Baba'ya hemen padişahın kendisini ziyaret etmek istediği haberi ulaştırıldı, o da buyur etti Padişah Laleli Baba'nın sohbetinden gerçekten memnun kaldı İçinde La leli Baba ile daha sık görüşme arzusu uyandı Ayrılacağı sırada bu din ulusuna bir soru sordu:

- Efendi Hazretleri, bu dünyada en güzel şey nedir acaba?

Laleli Baba cevap verdi:

- Bu dünyada en değerli şey yiyip içtikten sonra sıkıntısız biçimde def-i hacet (büyük abdest)ini yapabilmektir

Hükümdar bu cevaptan pek hoşnut olmadı Başından beri büyüleyici konuşmalarıyla herkesi etkileyen bir zata bu cevabı pek yakıştıramadı Hatta bu cevabı biraz kaba bile buldu Bundan sonra birşey konuşulmadı, hükümdar maiyetiyle beraber saraya döndü Fakat bu ziyaretin ertesi günü şiddetli bir kabızlığa yakalandı Bir türlü içini boşaltamıyordu Sarayın bütün ilgilileri ve hekimbaşı seferber oldular, bilinen bütün ilaç ve yöntemleri uyguladılar, fayda etmedi Padişah kıvranıyordu Nihayet birinin aklına geldi Laleli Baba'ya haber verilse, onun himmetiyle hükümdar bu dertten kurtulamaz mıydı? Zaten başka denenmedik yol kalmamıştı Padişaha danışıldı O

da "Ne gerekiyorsa yapılsın" dedi Hemen Laleli Baba'ya gidildi Ve saraya getirildi Hükümdar doğum sancısı çekiyor gibi kıvranıyordu Laleli Baba'ya yalvardı: "Aman bana yardım et!" Laleli Baba, "O kadar kolay değil, karşılık olarak ne vereceksiniz?" dedi "Senin bölgende yaptırdığım o camii sana hibe edeceğim" "Yetmez" dedi Laleli

Baba Sultan Mustafa daha bir çok şeyler ekledi, Laleli Hazretleri bir türlü tamam, yeter, demiyordu En sounda ağzındaki baklayı çıkardı: "Ben senin için dua ederim, Allah dilerse bu dertten kurtulursun ama, karşılığında saltanatı (padişahlığı-hükümdarlığı) isterim" Padişah kem küm etti ama çaresi yoktu "Tamam" dedi "O da senin olsun" Laleli Baba dua etti, sırtını sıvazladı, "Haydi git Allah'ın izniyle kurtulacaksın" dedi ve gerçekten kurtuldu Kurtuldu ama saltanat da elden gitmişti Şifa bulmanın sevincini, saltanatın elden çıkmış olmasının üzüntüsü gölgeliyordu Laleli Baba sultanın haline baktı baktı da dedi ki: "Bir saltanat ki bir defi hacete değişiliyor, öylesine ucuz bir saltanat bize gerek değil, al yine senin olsun"

 

ELHAMDÜLİLLAH MUSLUMANIZ

 

Kafkas kartalı diye anılan İmam Şamil, çarlık Rusya'sının düzenli ordularına karşı Kafkasya'nın bağımsızlığı için bir avuç fedakar ve sadık adamıyla uzun yıllar mücadele vermiş bir lider ve kahramandı Çarlık Rusya'sının her imkana sahip orduları karşısında, insan da dahil eksilen hiç bir-şeyi yerine koyamadığı için sonunda mağlup olmuş ve esir düşmüştü Fakat Rus çarı onu, cesaret ve kahramanlığına hayranlığından dolayı bir esir gibi değil bir misafir gibi karşılamıştı Üstelik sarayında Şeyh Şamil için bir de ziyafet düzenledi Yemek devam ederken, Çar kaba bir tarzda imam Şamil'in iştahlılığını iğnelemeye kalkıştı ve "Yahu bu adam beni de yiyecek" dedi Şeyh Şamil bu,sözün altında kalmadı Misafirini, iğnelemekten çekinmeyen bu kaba Rus'a tereddütsüz şu sözü söyledi: "Elhamdülillah biz Müslümanız, domuz eti yemeyiz"

 

AYYAŞIN SONU

 

Herkesin birbirini tanıdığı küçük bir kasabada, bir ayyaş yaşıyordu Bütün gününü, gecelerinin çoğunu kasabanın meyhanesinde geçiriyordu Evini, işini, çoluk-çocuğunu çoktan unutmuştu Bu yüzden herkes kendisine antipati duyuyordu Kimse kendisiyle ne doğru dürüst konuşuyor, ne de selam alıp veriyordu Bu haldeyken günün birinde vakti saati doldu ve öldü Kendisine yaşarken duyulan hoşnutsuzluk ölümünden sonra bile sürdürüldü O kadar ki, namazını kılacak kimse çıkmadı Cenazesi ortada kaldı Adamın karısı kocasının ölüsünü bir küfeye koyup sırtına yüklendi ve gömmesi için o çevrede yaşayan ve iyilik severliği ile tanınan bir çobana götürdü Çoban bir çukur açıp adamı gömdü Ardından herkes "Cehennemi boylamıştır" diye dünüşünüyordu Aradan bir müddet geçti Beldenin ileri gelenlerin

den biri rüyasında ayyaş adamı cennette gördü "Adam canım rüyadır, rüyada herşey görülür" diye geçiştirdi Ama her gece aynı rüya tekrarlanıyordu Hemen imama gidip durumu açtı İmam da aynı rüyayı epeydir kendisinin de görmekte olduğunu söyledi Bunun üzerine akıllarına bu adamı gömen çobana gidip nasıl gömdüğünü, arka sından ne söylediğini sormak geldi Birlikte çobana gittiler Selam sabahtan sonra hemen konuya girdiler:

- Bir süre önce defnetmen için karısı tarafından sana bir cenaze getirildi Sen onu nasıl gömdün? Gömerken ne dedin?

- Valla merakınızı anlamıyorum Biliyorsunuz ben cahil biriyim Bir çukur açtım, adamı koyup üstünü kapatıverdim

- Peki bu sırada hiç birşey söylemedin mi? Bir dua falan?

- Ben pek dua mua bilmem Yalnız şunu söyledim:

"Rabbim, şimdiye kadar sen bana birçok misafir gönderdin Allah misafiriyiz diye bana gele ni senin rızan için ağırlamaya memnun etmeye çalıştım Kırk yılda bir, bir misafir de ben sana gönderiyorum Sen de onu şanına uygun bir şekilde ağırla"

 

DOĞRULUĞUN MAKBUL OLANI

 

Aralarında Allah yolunda ilerlemeye karar veren iki kardeşten biri, bu amacına ancak kırlık bir yerde, bir dağ başında ulaşabileceğini düşündü ve bunun için bir dağ başına çekilip çobanlık yapmaya başladı Diğeri zorluklarına rağmen insanların kalabalık olarak yaşadığı bir yerde bu niyetini gerçekleştirmenin daha doğru ve sevaplı olacağını düşündü ve şehre yerleşip ayakkabı tamircisi oldu Sonra aradan yıllar geçti İki kardeş de sözlerini tuttular İşlerinde dürüstlükten ibadetlerinde ihlastan (samimiyetten) ayrılmayarak, haramlardan dikkatle kaçınarak Allah yolunda küçümsenmeyecek mesafe aldılar Artık herkes biliyor ve inanıyordu ki bu iki kardeş Allah'ın veli kulları arasındadır Durum bu aşamada iken birgün çoban olan kardeş şehirdekini ziyaret etmek istedi Bez bir torbaya birkaç litre süt koyup şehrin yolunu tuttu Kardeşinin dükkanını bulup içeri girdi ve selam verdikten sonra elindeki içi süt dolu torbayı bir çengele astı İki kardeş hasretle kucaklaştıktan sonra derinden derine sohbete daldılar Bu sırada dükkana bir kadın geldi Ayakkabısının sallanan topuğuna çivi çaktırmak istiyordu Kadın ayakkabısını çıkartırken, giyerken ona bakmakta olan çoban kardeşin kalbi bozuldu O âna kadar bir keramet işareti olarak torbada duran süt şıp şıp diye akmaya başladı Kadın işi bitip ayrıldıktan sonra ayakkabıcı olan tam fırsattır diye çoban olana önemli bir gerçeği açıkladı:

- Ey kardeşim, gerek din, gerek dünya bakımından insanlardan uzak yaşamak kolaydır Böyle, insanlardan soyutlanmış bir yaşayışta günaha girme tehlikesi yoktur Allah yolunda daha rahat ilerlenir Fakat önemli olan insanlarla sıkı ilişkiler sürdürürken dürüst kalabilmek, ortamın elverişli olmasına rağmen günaha düşmemektir Allah katında dürüstlüğün makbul olanı budur

 

GERÇEK TEVEKKÜL

 

Vaktiyle zeki, çalışkan bir medrese (üniversite) talebesi, rüyasında çok sevdiği, feyz aldığı, bağlandığı hocasının cehennemlik olduğunu gördü Rüyayı ilk gördüğünde sıradan bir rüya diye aldırmadı Ama aynı rüyayı birkaç defa üst üste görünce gerçekçi bir rüya olarak yorumladı ve bundan dolayı üzüntüye kapıldı Üzüntüsü dışardan da farkedilecek haldeydi Herkes gibi hocası da bunu gördü ve sordu:

- Oğlum senin neyin var, son günlerde yüzün hiç gülmüyor?

Delikanlı başlangıçta söylemek istemeyip geçiştirmeye çalıştıysa da ısrar karşısında açıklamak zorunda kaldı:

- Hocam, ben kaç defadır rüyamda sizin cehennemlik olduğunuzu görüyorum ve buna çok üzülüyorum

Hoca öğrencisine ve onun şahsında herkese ibret olacak şu açıklamada bulundu:

- Oğlum, ben senin gördüğün rüyayı (kendimin cehennemlik olduğunu) kırk yıldır görüyorum Ama yine de ümitsiz ve isyankâr değilim Doğru bildiğim yolda yürüyor, Allah'a kulluğumu eksiksiz yerine getirmeye çalışıyorum Bana düşen de budur Gerisi Allah'ın bileceği iştir

 

KİMSENİN GÖRMEDİĞİ YER

 

Eski zamanda bir hoca, talebelerinden birini, çalışkanlığından, zeka ve anlayışından dolayı diğerlerinden daha çok seviyor ve takdir ediyordu Hocanın bu sevgi ve takdiri diğer öğrenciler tarafından biliniyor ve için için kıskanılıyordu "Hoca neden yalnız bu arkadaşa ilgi ve yakınlık gösteriyor, aramızdaki tek zeki ve çalışkan o mu?" şeklinde laflar ediyorlardı Hoca da onların bu tür düşüncelerinin farkındaydı Hoca efendi bir gün derse gelirken yanında öğrencilerinin sayısınca kuş getirdi Her öğrenciye bunlardan bir tane vererek, "Haydi yavrularım, bu kuşları hiç kimsenin görmediği bir yerde kesin getirin, ama dikkat edin hiç kimse görmesin haa!" dedi Bunun üzerine talebeler sağa sola dağıldılar Bir müddet sonra da kuşları kesip kanlarını akıta akıta dönmeye başladılar Kimileri övünüyordu: "Ben falan yerde kestim, hiç kimse görmedi" gibi Hoca da böyle övünenlere bir "aferin" çekiyordu Biraz sonra bütün öğrenciler kuşları kesmiş olarak döndüler En sonra Hocanın sevdiği öğrenci geldi, üstelik kuşu da kesmemişti Hoca sordu:

- Oğlum, kuşu niçin kesmedin, bak arkadaşlarının hepsi kestiler, yoksa kimsenin göremeyeceği biryer bulamadın mı?

- Evet hocam, insanların göremeyeceği yer ben de bulabilirdim, ama Allah'ın görmeyeceği yer bulamadım O nedenle kuşu kesmeden döndüm

Bu cevap diğer öğrencilerin akıllarını başlarına getirdi Yaptıkları dikkatsizliği anladılar Hepsi biliyordu Allah'ın göremeyeceği yer olmadığını, ama önemli olan onu düşünebilmekti Bundan sonra arkadaşlarının farkını anlayıp hocalarının ona ilgisine hak verdiler

 

BORCUN VÂDESİ

 

İyi yürekli bir vezir, yoksul ve muhtaçlara devlet hazinesinden borç para veriyor, borç alanlar, "Bunu ne zaman geriye ödeyeceğiz?" diye sorduklarında, "Padişahımız ölünce ödersiniz" diye cevap veriyordu Bu duruma tanık olan bir adam bir gün Padişaha, "Efendimiz sizin veziriniz devletinizin hazinesinden muhtaçlara borç para veriyor, vadesini de sizin ölümünüze bağlıyor Demek ki niyeti kötü, sizin bir an önce ölmenizi istiyor, siz ölünce de paraları zimmetine geçirecek" diye gammazladı Bu gammazlık üzerine padişahın vezirine karşı kalbi bozuldu Kendisini huzuruna çağırıp söylenenlerin doğruluk derecesini ve maksadının ne olduğunu sordu Vezir sıradan bir vezir değildi Görevinin dışındaki bir takım incelikleri de biliyor ve yerinde bunlardan yararlanıyordu Padişahı yatıştıran ve yüreğini ferahlatan şu açıklamada bulundu:

"Padişahım, söylenen doğrudur Ben hazineden muhtaçlara borç para veriyor, vadesini de sizin ölümünüze bağlıyorum Ama bunu sizin ölmenizi değil, tersine daha çok yaşamanızı istediğim için yapıyorum Bilirsiniz ki her borçluya borcunun vadesi kısa gelir, vade dolmasın diye bakar, bunun için dua eder Bu demektir ki borçlarınısiz ölünce verecek olanlar, borçlarının vadesi dolmasın diye sizin ölmemeniz için dua edeceklerdir Allahı katında en makbul dualardan biri de borç altındaki kullarının duasıdır Benim de maksadım ömrünüzün uzunluğu, sağlık ve afiyetinizdir"

 

MERTLİK

 

Geçmişin büyük bilginlerinden biri, yorgun bitkin bir halde uzun bir yolculuktan dönmüş, ter ve kir ağırlığı da buna eklenmişti Yurduna yuvasına kavuşan bilginin ilk işi hamama gidip kendisine en fazla rahatsızlık vermiş olan kir ve terden kurtulmak oldu Hamamda kendisini yıkayan tellak görgüsü kıt biriydi Yıkanma kesesine dolan avuç avuç kirleri suya tutacağına "Ne kadar kirlisin" der gibi bilgin zatın önüne yığıyordu Keseleme işi devam ederken, tellak keselediği şahsın ilim sahibi biri olduğunu öğrenince, "Efendim madem siz derin bir bilginsiniz 'mertlik nedir?' bana açık seçik anlatır mısınız?" dedi Yıkanmakta olan büyük bilgin tellaka bir incelik dersi vermenin fırsatını yakalamıştı Şöyle dedi:

"Mertlik, kimesinin ayıp ve kusurlarını yüzüne vurmamak, kirlerini kendisine göstermemektir"

 

DEĞİŞEN SİZİN KALBİNİZ

 

Bir padişah, bir iki vezirini ve diğer erkandan birkaçını yanına alarak payitahta (başkente) yakın yerleşim merkezlerinde bir gezintiye çıkmıştı Payitahttan ayrılıp bir kaç saatlik bir yol katettikten sonra yolları üzerindeki bir nar bahçesinin kıyısında dinlenme molası verdiler Olgunlaşmış, tam kıvamını bulmuş olan narlar insanın iştahını kabartıyordu Padişah bahçe içinde çalışmakta olan yaşlı bir adamı yanına çağırdı sordu:

- Bu güzel nar bahçesi kimin?

- Bu nar bahçesi benimdir efendim, babamdan miras kaldı

- Oğlun, uşağın var mı?

- Allah bize oğul uşak vermedi efendim, bir karı kocadan ibaret iki kişilik bir aileyiz

- Peki ben de bu ülkenin hükümdarıyım, şuradan bir nar şerbeti sıksan da içsek

İhtiyar "başüstüne" dedi ve hemen gidip bah çe içindeki kulübeden kalaylı, tertemiz bir tas getirdi En yakındaki ağaçtan iki nar kopardı ve sıktı İki nar tam bir tası doldurdu Padişah içti ve

çok beğendi Bütün vücuduna bir zindelik ve ferahlık yayılmıştı İhtiyar çif çi padişahın beraberindeki herkese sırayla nar şerbeti ikram etti Padişah ve adamları bedenlerinin kazandığı bu zindelikle biraz yol almak için ihtiyara veda edip yola koyuldular Yolda şeytan padişahın kafasını karıştırmaya başladı "Madem birer ayakları çukurda olan bu yaşlı karı-kocanın mirasçıları yok, ne yapacaklar böyle güzel nar bahçesini, karşılığında bir kaç kuruş verip de bu bahçeyi ellerinden alayım" diye düşündü Padişah ve adamları akşama doğru geri dönerlerken aynı bahçenin yanında yine konakladılar Padişah ihtiyardan bir tas daha nar şerbeti yapmasını istedi İhtiyar sabahki kadar candan ve gönülden olmasa da bir tas nar şerbeti yapıp sundu Fakat padişah bu defa nar şerbetinin tadını pek beğenmedi Sabahkine hiç benzemiyordu Sordu:

- Baba ne oldu böyle, bu nar şerbeti sabahki ile aynı nardan değil mi? Bunun tadı hiç de hoş değil

- Aynı nardan evlat, aslında tadında da bir değişiklik yok, asıl değişen sizin kalbiniz Tebaanızın malına göz koydunuz, bunun için de narların tadı değişti.
 
Linklerin Görülmesine İzin Verilmiyor. Üye Ol ya da Giriş Yap


Paylaş delicious Paylaş digg Paylaş facebook Paylaş furl Paylaş linkedin Paylaş myspace Paylaş reddit Paylaş stumble Paylaş technorati Paylaş twitter
 

Benzer Konular

  Konu / Başlatan Yanıt Son İleti
1 Yanıt
1955 Gösterim
Son İleti 14 Mart 2007, 19:35:11
Gönderen: er.turan
1 Yanıt
1037 Gösterim
Son İleti 17 Ağustos 2008, 13:41:01
Gönderen: sevdaligul
0 Yanıt
879 Gösterim
Son İleti 22 Nisan 2007, 11:26:47
Gönderen: çoban
0 Yanıt
901 Gösterim
Son İleti 02 Mayıs 2008, 22:57:39
Gönderen: ђ๏Ŧєєz