Pekte umursamaz tavırları ile sedyeden alıp hasta odasındaki yatağa bırakı verdi iki hastane görevlisi. Belli ki alışmışlardı her türlü hastaya. Herkes için acı veren tablolar onlar için sıradandı. Her gün onlarca hasta gelip gidiyordu yanlarından. Kimi kucaklarında ölüyordu, kimi inliyordu. Kendilerince haklı idiler hangi birine üzüleceklerdi. “Geçmiş olsun” diyip çıkıverdiler alele acele. Koğuşta yatan diğer hasta refakatçileri de ve hastalarda “Geçmiş olsun, Allah Şifa versin” dediler hastaya refakatçilik eden ellili yaşlardaki kadına. Refakatçi kadın “ Sağ olun, size de geçmiş olsun “deyi verdi. Ağzından çıkan bu ilk cümle o kadar zordu ki cümleyi bitirirken boğazına kelimeler düğümlendi.
“Neyi var” dedi ihtiyar annesine refakatçilik yapan genç kadın.
Hasta bakıcılar tarafından yatağa alelacele bırakılan genç kızın yatağını düzeltmeye çalışan kadın.
“Bilmiyoruz” deyi verdi.
Üzerine örtülen yorganın altında varlığı ile yokluğu fark edilmeyen, ince ve cılız bir kız yatıyordu. 22- 23 yaşlarında birisi idi. Saçlarına ak düşmüş, elmacık kemikleri çökmüş, gözlerinin feri kalmamış, bedenin ruhu taşıyamaz hale gelmiş, kağıttan bir kızdı sanki. Dokunulsa kırılıp gidecek antika bir cam heykel gibi hassaslaşmıştı.
Günlerdir yemeden içmeden kesilmiş, takatten düşmüş kızlarını annesi kızın babası ile kavga ederek hastaneye getirmişlerdi. Babası hayırsızın biri idi. Kızının başını hayatta bir kere bile okşamamıştı. Hayırsızın biri idi. Akşama kadar kahvede dolaşır, akşamları ahbapları ile bir meyhanede içerdi. Gece eve gelince de karısını ve kızını döverdi.
Kızın başında refakatçilik eden zavallı annesi, yıllardır aldığı terbiyeden dolayı sabrediyordu. Sabretmese de yapacak fazla bir şeyi yoktu.
Nerede ise bir deri bir kemik kalan kızın koluna serum taktılar. Kız kendinde değildi. serum damla damla incelmiş damarları arasında yol buldukça ilerliyordu.
Ertesi günün akşamında kendisini toparladı. Gözlerini açtı. Akşam yemeğinde verilen yayla çorbasından birkaç kaşık aldı.
Çorbanın dadı yoktu. Hastane yemekleri hep itici gelmiştir insanlara. Sorun yemeklerde midir, hastalarda mı bilinmez.
Genç kız biraz kendini toparlayınca çantasından hiç ayırmadığı günlüğünü çıkardı. Bütün dünyası bu küçük defterin içinde idi. Kısa hayatının bir kara kutusu gibiydi. Günlüğü ile ömrü üzerinde bir bağ kuruyordu.
Günlüğünü lise yıllarında almıştı öğretmeninin tavsiyesi ile.ilk günler çok güzel şeyler yazıyordu.
“Ey sevgili
Bugünde gün geçti, bugünde açmadı gönül çiçeğim, bu günde pencereme konmadın, bugünde kapımı çalmadın.
Artık merhameti kalmadı sevdanın. Bak aşkının yaraladığı, ruhum kanıyor. Bir hastane koğuşunda düşlerime neşter atmak için uğraşıyor doktorlar. Bilmezler ki yara derinde bilmezler ki merhem sende. Sen bendesin ben sende.
Günlüğümün sayfaları doldu. Günlüğümle hayatım arasıda bir bağ var sanki, sayfalar bitince gideceğim sanıyorum. Kayacağım sanıyorum bir yıldız gibi Samanyolu’ndan en tenha karanlıklara. En tenha karanlıklara…”
Günlüğünün derinliklerinde yol alırken doktor ve hemşire girdi içeri. Günlüğünü alele acele yastığının altına sakladı genç kız.
Nasıl olduğunu sordu genç kıza doktor, kız “iyiyim” den başka konuşmadı. Doktor hemşireye tedavi için neler yapılması gerektiğinden bahsetti.
Doktorda hasta için ne yapabileceğini bilmiyordu. Zayıf düşmüş bedenini güçlendirmek için serum ve birkaç ilaçla tedaviye çalışıyordu.
Diğer hastalarla ilgilenen doktor yanındaki hemşireye verdiği talimatlarla diğer hastaların bulunduğu odaya geçti.
Genç kız diğer hastalara ve refakatçilerine aldırmadan tekrar günlüğüne döndü.
“ Doktor geldi şimdi birkaç ilaç yazdı. Yalnızlığımın, kimsesizliğimin ve sensizliğimin farkına bile varmadı.
Var mıdır sensizliğin, sevgisizliğin, ilgisizliğin ilacı. Sensizlikten, sessizlikten korkardım. Alıştım artık. Sensizlik hançer gibi yüreğime saplandığı günden beri.
Her sabah evimizin önündeki taş parke döşeli sokaktan geçişinde ayakkabılarındaki demir pençenin çıkardığı sesten başka ses duymaz oldum.
Her şeyde seni aradım her şeyde seni sordum. Sen sokaktan gitsen de gölgen gün boyu bekledi sokağın başındaki çeşmenin yanında.
Her yüreğim yandığında perdeyi araladım sokağa karşı. Akşam dönüşünü beklemek için pencerelerle yarenlik ettim.
Gecenin titreyen ışıklarında evine dönerken üzerinde titreyen sokak lambaları değil yüreğimdi. Ayakların kaldırım taşına değil üzerime basıyordu hep.
Bir kere başını kaldırıp evimizin penceresini saran sardunyalar arasından gözlerime bakmanı ne de çok isterdim.”
Yandaki hastanın refakatçisinin sesi ile irkildi. “Kızım serumun bitmiş Hemşireye haber vereyim” dedi.
Genç kız mahcup ve bir o kadar utangaç bir sesle.
- Teşekkür ederim zahmet olmasın.
- Ne zahmeti evladım ben iki koşu giderim
- Sağ olasınız.
Kızı odaya geldiği andan itibaren onun bedeninin yatağın içinde kaybolmasına üzülen oda arkadaşları, günlüğünün içine dalmasına da bayağı içerlemişlerdi. Belki serumun değişme bahanesi ile aralarında geçebilecek konuşma, kızın kendileri ile derdini paylaşmasına bir bahane olurdu.
Umdukları gibi olmadı. Hemşire serumu yenileyip odadan ayrıldıktan sonra. Kızın “ teşekkür ederim” sözünden başka bir söz duyulmadı.
“ Ey sevgili
Günlüğüme ve sana son yazışım olacak gibi. Defterimde sayfalar doldu. Artık ne yazacak nede yaşaya bilecek gücü kendimde bulabiliyorum. Yılarca içimde yaşadığım bu sevda beni içten içe kemirdi. İçine su sızan bir duvar gibi nemden ve gamdan çürüdüm.
Aşka inanırdım eskiden, sevgi var zannederdim. Yüreğin attığı yerde hiçbir şeyin önemli olmadığını düşünürdüm.
Hayatta babamdan sevgi görmedim. Annem eve ekmek getirmek için gün boyu bir fabrikada işçilik yaptı. Eve geldi yemek çamaşır temizlik ve bana bakmaktan hayatını yaşamaya zaman bulamadı. Ne bana sevdiğini söyleye bildi nede ben ona söyleye bildim.
Hayatta bildiğim tek sevgi söylemese de annemin sevgisi idi. Geceleri uyuyormuş gibi yaptığım zamanlarda saçlarımı okşar ağlardı.
Bilirdim beni sevdiğini ama onun sevgisi ilk başlarda yeter sanırdım. Ama yetmedi. Ruhumun derin bir yerine sen girdin ansızın bir sabah.
Evimizin penceresinden hep yollarda seni bekledim.”
Güneşe başını eğmeye yakın bir saatte odaya yorgunluğu, bitkinliği her halinde belli kızın annesi girdi. Genç kız günlüğünü yastığının altına yeniden attı.
Birkaç kelime konuştular kızı ile. Kızının tuvalet, yemek ihtiyacını giderdi. Zavallı kadını ayakta tutan tek şey kızına olan sevgisi idi. Hayırsız kocası hastaneye bile uğramamıştı.
Gece ilerledikçe hastane koridorlarında el ayak çekildi. Ağrılarından uykusu kaçan birkaç hasta dışında nöbetçi doktor ve hemşireler uyanıktı.
Sabah ezanlarının huzura çağıran sesi ile beraber güneş yavaş yavaş odaya vuruyordu. Genç kız son bir sayfası kalan günlüğünü eline aldı.
“Elveda ey sevgili
Güneş doğmakta yaşayacakların üzerine. Bu sana ve hayata son sayfam. Ağır geliyor bedenim ruhuma. İçime sığmıyor acı. Eskiden bir tesellim vardı. Tekerlekli sandalyemi senin geçtiğin sokağın penceresine sürerken. Ayağımı kaybetmiş ama yüreğimi kaybederken seni bulmuştum geçtiğin sokakta
Yürümek istediğimde ayak, yüzmek istediğimde kol, uçmak istediğimde kanat olmuştu sevgin. Ta ki sokaktan bir güzel kızla kol kola geçtiğin düne kadar.
18 sekizimde bir trafik kazasında ayağımı kaybetmiştim. O sokakta. Şimdi 24 yaşıma bastım bu sabah. Ve seni o kızla gördüğümde o sokakta yüreğimi de kaybettim.
Hoşça kal ey sevgili, hoşça kal.
Şair Necip Fazıl ne diyor:
“Ne hasta bekler sabahı
Ne taze ölüyü mezar
Nede şeytan günahı
Seni beklediğim kadar”
Bedenim ruhumu taşımıyor artık. Çekiliyor ruhum kılcal damarlarımdan süzülerek. Biliyordum bu günlüğün sayfaları bitince bitecek ömrüm.
Neye üzülüyorum biliyor musun? Ölüme değil, ölmeye değil. Seni kaybetmeye değil.
Seni sevdiğimden, senin aşkından öldüğümden haberin olmamaması(NA)…