’Tanrı kuşları sevdi ağaçları yarattı
İnsan kuşları sevdi kafesleri yarattı’’
Jacgues Deval
Bir varmış bir yokmuş, adı sanı bilinen zamanın birinde, dağlardan kopup gelen
çağlayanların arasında şirin mi şirin küçük bir köy varmış. Her bahar geldiğinde
bir başka güzel olurmuş buralar. Doğaya binbir canlılık gelir, bir başka güzel
akarmış dereler. Arılar, kadife kanatlı kelebekler çiçek çiçek gezer, daldan
dala uçuşurmuş türkü gözlü kuşlar… Bir efsaneye göre güneş en güzel orada
gülermiş çocuklara, oraya dökermiş ışığının en güzel renklerini. Yeryüzünün en
güzel bitkileri, çiçekleri, hayvanları da oralıymış. Gökyüzünde her gece
yıldızların düğünü olur, her sabah bir sevincin şöleni başlarmış. Düş mü? gerçek
mi? pek ayırt edilemezmiş, etrafını çevreleyen dağlar öylesine görkemli dururmuş
ki, doruklarında gökyüzü hep mavi ve engin bir denizi andırırmış. Eteklerindeki
derin vadiler boy boy hayvanlar barındırır, onlara analık eder ve bütün
kötülüklerden korurmuş… En vahşi hayvandan, en sessiz böceğe kadar tüm canlılar
kardeşce geçinirmiş. Bir yeşil halı gibi yerleri
kaplayan çimenler, nereden çıkıp, nerede tükendiği bilinmeyen pırıl pırıl
sular, rengarenk çiçekler ve türlü boyalı kuşlarla bu eşsiz yer, bir başka
yaşama sevinci verirmiş insanlara.
İşte bu yörede zeki mi zeki, akıllı mı akıllı küçük bir çocuk yaşarmış. Deniz
adındaki bu sevimli çocuk insanları, hayvanları, kuşları, çiçekleri, ağaçları
yani doğadaki güzel olan her şeyi ve bir de herkesin masal anası ismini verdiği
bilge ninesini çok severmiş. O bu sevgisini lafta bırakmaz, gereğini her
fırsatta yerine getirir, insanların, hayvanların, canlı cansız, doğadaki tüm
varlıkların haksız saldırılara hedef olmaları karşısında, içinde sınırsız bir
öfke ve acı duyarmış. Bu yüzden hep güçsüz ve haklıdan yana çıkarmış. Çünkü
Deniz ninesinden hep emeği, yardımseverliği, merhametli olmayı, sevgiyi,
iyiliği, dürüstlüğü, doğruluğu, temizliği, ahlaklı ve adil olmayı öğrenmiş.
Deniz gün boyu çiçeklerle söyleşir, kelebeklerle uçuşur, bilge ninesinin ardında
koşuşup dururmuş kırlarda. Onun geçtiği yerlerde güller gülümser, sümbüller
pembeleşir, kuşlar şarkı söyler, dağlar taşlar dillenirmiş. Hafif hafif esen
rüzgarlarla ağaçlar eğilip eğilip birbirini selamlarmış. Deniz nerede solmuş
sararmış bir çiçek görse, koşar su getirir, koklayıp okşayıp yeşertirmiş. Her
şey öylesine ona alışıkmış ki, bir gün ortalıkta görünmese, çevreden iniltiler
duyulur uzun narin kavaklar bile boynu bükük bakarmış. Öyle ki, çiçekler üzülüp
büzülür, kelebekler uçmaz, kuşlar türkülerini söylemez, sular hışırtısız
akarmış. Deniz sadece kuşlarla konuşmazmış. Köylülerin söylediklerine göre, o
bütün hayvanların dillerinden de anlarmış. Onlarla saatlerce söyleşir.
Birbirileriyle iyi geçinmelerini öğütlermış.
İşte Deniz, bu gizemli doğanın koynunda doğmuş, orada büyümüş orada tanımış
çiçekleri. Kuşlarla dostluğu, arkadaşlığı da orada başlamış. Küçücük yüreği
dünyayı içine alacak kadar geniş, sevgisi dünyayı ısıtacak kadar sıcakmış. Bu
güzel çocuk yaşamına renk veren, anlam katan sevgisinin sesini de orada bulmuş.
Hiç bir canlının başka bir canlıya haksızlık etmesine gönlü razı olmazmış. Onun
bu sesini duyan her canlı bütün kötülükleri unutur, sadece iyilik düşünürmüş.
Ve bir gün Deniz bu güzelim köyünden ayrılmak zorunda kalmış. Kuşların ötüşü,
serin suların çağlayışı kulakları okşayıp yüreklere dökülürken, çiçekler
solumalarını sıklaştırmış. Bütün köylüler gediğin tepesini aşıp, Deniz’ i
uğurlamışlar; iyi yolculuklar dilemişler. Ninesi o kadar çok üzülmüş ki,
sözcükler onun ayrılık acısını anlatmaya yetmemiş. Hiçbir canlının başka bir
canlıya veremeyeceği ve hiç bir canlının anlayamayacağı bir şefkat ve sevgiyle
basmış bağrına. İçi ılık ılık duygularla dolup kabarmış, o yaşlı yüreğine ince
ince çağlayanlar akmış da, yangınını söndürememiş. Torunu uzaklaşıncaya dek
çırpınan yaralı bir kuş kanadı gibi, yaşlı gözlerle el sallamış ardından, dualar
mırıldamış. Deniz uzaklaşır uzaklaşmaz hemen bütün köylüler onu özlemeye
başlamışlar. Bu sevginin kaynağı neredeymiş, neymiş kimse akıl erdirememiş.
Deniz şehirler geçmiş, trenler, otobüsler, vapurlar, otomobiller ve uçaklar
görmüş: görünce de ağzı bir karış açık kalmış, zira köyünü çevreleyen dağların
ötesini hiç mi hiç bilmezmiş.
Deniz uygarlığın teknolojik nimetlerinden uzak, fakat bozulmamış, kirlenmemiş,
temiz ve bakir bir doğa ortamında yaşarken, babası onu alıp uzak bir ülkeye
götürmüş. Bu ülkenin renk renk lale bahçeleri, yel değirmenleri, altın saçlı
gökgözlü güzel çoçukları varmış. Ancak getirildiği kent beton yığınları ile
kaplı, soluk alamayacak derecede kalabalık, gürültülü ve telaşlıymış. Doğup
büyüdüğü yerlere hiç benzemediği gibi, her akşam kocaman fabrika bacalarından
çıkan, kirli kara bir duman abanırmış kentin üstüne. Kent soluk alamazmış. O
zaman gökyüzü ışığını yitirir, sokak lambaları bile zar-zor ışıldarmış. Burada
insanlar kendilerini kalın beton duvarlar arkasına, kuşları kafeslere, çiçekleri
özgür doğadan koparıp saksılara koymuşlar. Kafesteki kuşlar aç değilmiş ama
özgürlükleri yokmuş. Saksıdaki çiçekler susuz değilmiş ama doğal güzellikleri
kalmamış. içeklerin renkleri ve kokuları, kuşların ötüşleri yapaymış. İnsanların
neşeleri gülüşleri ve ağlayışları da.
Okula başlamış Deniz. Sınıflar çocuk doluymuş, ancak Deniz yalnızmış, bir türlü
alışamamış kalabalıklara, kent yaşamına… Yitirdiklerini ararmış Deniz, gözünde
tütermiş insiz köyü, yemyeşil dağlar, serin pınarlar, kuşlar, yeleleri rüzgarda
savrulan atlar, koyunlar, kuzular, bir de dünya tatlısı nineciği.
Onca kalabalığın orta yerinde yapayalnız kalmış; ne o anlatabilmiş kendini
başkalarına, ne de başkaları onu anlamak istemiş. Bir tren geçermiş Deniz’in
özlemlerinde, bir kuş ötermiş, o kuytu bir köşeye çekilip ağlarmış. Kimi zaman
özlemi dayanımaz bir hal alırmış, yakıp tutuştururmuş yüreğini. Deniz’in bu
durumuna öğretmeni çok üzülürmüş. “Sen zeki ve yetenekli bir çocuksun bu günler
çabuk geçer buraya da alışırsın” diyerek Deniz’ i teselli etmeye çalışırmış. Ama
o dalgınmış, bilincini yitirmişçesine boş boş bakarmış etrafına. Artık
düşüncelerinin içinde öyle eriyip yitmiş ki, bu ona sonsuz derece acı verirmiş.
Bir de Deniz’ in kafasını sürekli yoran bazı sorular varmış. Neden kuşların,
çiçeklerin zgürlüklerini kısıtlayıp, kafeslerde ve saksılarda tutsak olarak
yaşatırlar? Kuşlar ve çiçekler evlerdeki saksılar ve kafesler için
yaratılmamıştır ki? Acaba bütün bu haksızlıklar ve acımasızlıklar geçici ve
basit bir doyum duygusu için miydi? Peki, kocaman adamların bu tutumuna karşı,
ya çocuklar niçin kayıtsız kalıyordu? Onlar, kuşların ve çiçeklerin özgürlüğü
için neden bir çaba harcamıyordu?
Deniz bu sorunları günlerce düşünmüş; çiçeklerin saksılara, kuşların kafeslere
konulmasına bir anlam yüklemeye çalışmış, ama becerememiş. Gün geçtikçe
suskunlaşmış, konuşmaz gülmez olmuş ve yemeden içmeden kesilmiş. Sanki uzak
diyarlarda dilsiz, kolsuz, kanatsız kalmış. Gitgide içine kapanmış, yapılan bu
haksızlıklara öfkelenmiş, ancak bağırıp çağırmamış, suskunlukla direnmiş.
Derken bir gece hastalanmış Deniz. Günlerce ateşler içinde yatmış, yatarken de
köyünü sayıklamış, uyanıkken Perihan ninesini hayal etmiş. Ninesi yine ona
öğütler vermiş, destek olmuş yalnızlığında, yol göstermiş. Ninesi Deniz’e “Konuş
Deniz’im, yine göz kırp yıldızlara, çiçeklere gülümse, gülücükler dağıt, göster
sevgi dolu yüreğini herkese. İyi olmalısın sen, hastalanırsan üzülürüz. Yaşlı
yüreğim dayanamaz acına. Sonra bütün kuşlar da üzülür; dağlar, taşlar başlar
ağlamaya. Yerin kulağı duyar olup biteni, bütün ormanlar yas tutar. Menekşeler
sulara döker kirpiklerini, sular acı keser, acı yolları…” dermiş. Sonra bir an
duraksar, yorgun ciğerlerini soluklandırır ardından Deniz’in saçını okşar,
konuşmasını yine sürdürürmüş.
Ama Deniz onun söylediklerinin çoğunu duymaz, atların kişnemeleri, kuzuların
melemeleri arasında rüyalara dalarmış. Köyünde iken her akşam yatmadan önce,
ninesi Deniz’e kuşlar, çocuklar ve çiçeklerle ilgili masallar anlatırmış. Sonra.
“o yıldız senin, bu yıldız benim” diye ninesiyle yarışır, gökyüzünün sonsuz
ışıltısına bakar, uyurlarmış. Oysa Deniz bu kente geleli bir yıldız bile
görememiş.
Günler sel gibi haftalar yel gibi geçip gitmiş. Deniz iyileşip eski sağlığına
kavuşmuş, ama özlemi hiç mi hiç dinmemiş. Nereye gitse özlemini de oraya
götürmüş. Zaman zaman özlemi içinde onulmaz bir sızı olur depreşir. Ne yapsa ne
etse önüne geçemezmiş.
Deniz zeki, enerjik, başarılı ve itinalı bir çocukmuş. Ögretmenleri onun bu
niteliklerini yararlı bilgi ve sağlıklı bir çevre bilinciyle dengede tutmak için
yoğun bir çaba içine girmişler. Deniz de yavaş yavaş okul yaşamına alışmış. Bu
nedenle öğretmenleri iyi bir şey başarmış olduklarını düşünerek gönenmişler,
kıvanç duymuşlar. Çünkü Deniz en zor meseleler üzerinde bile inanılmaz ölçüde
düşünceler üretir, günlük ders ve ödevlerini büyük bir istekle hazırlar, olumlu
taraflarını eliştirmeye çalışırmış.
Deniz her zaman sevimli, duygulu, insanları kırmamaya özen gösteren, herkesin
yardımına koşan bir çoçuk olduğunu göstermiş. Onun doğa sevgisi ve bilgisi de
herkesin dikkatini çeker ve bu güzel nitelikleri çevresinde sevilmesini
sağlarmış. Hatta, onun bu özelliklerini öğretmenleri diğer çocuklara anlatıp,
örnek gösterirmiş. Anne ve babası da Deniz’ i bu meziyetleri nedeniyle dünyanın
en akıllı çocuğu olarak görürlermiş.
Deniz bir yandan çevresine uyum sağlamaya diğer yandan da kendine yeni uğraşlar
edinmeye çalışıyormuş. İşte o günlerde, evlerinin önüdeki küçük bahçeyi
düzenlemek aklına gelmiş ve şimdiye kadar bunu düşünemediği için de kendine
kızmış. O günden sonra en büyük uğraşı bahçesi olmuş. Oraya çeşitli bitkiler
dikip, çiçekler ekmiş. Bahçesindekiler de boy verip renklenince bütün boş
zamanlarını onlara bakmakla geçirir olmuş.
Çiçeklerin yanında mutlu olurmuş ya yine de içten içe hüzünlenirmiş. Çünkü,
Deniz bu insanları anlamıyormuş. Onlar, kendilerini doğadan uzak, beton duvarlar
arkasına kapattıkları yetmiyormuş gibi kuşları da kafeslere tıkmışlar…
Her şey bir yana da ya o büyük kentlerin meydanlarında gördüğü sürü sürü tembel
güvercinlere, kirli kanal sularında nazlı nazlı yüzen kuğulara ne demeliydi?
Böylesine kanatları olur da, kentlerin o pis havasında, suyunda nasıl
dururlardı? Uğuldayan iş makineleri, göğü kirleten fabrika bacaları, araba
sesleri, eksoz dumanları, müzik diye zangır zangır bağıran hoperlörler ve
estetikten uzak, çirkin apartmanların arasında nasıl yaşanır? Deniz bu soruları
durmadan sormuş kendine, ama yanıt bulamamış. Çocuk aklı anlamaya, yanıtlamaya
yetmemiş bu soruları.
Ve günün birinde öfkesi öylesine büyümüş ki, gidip babasının onarım işlerinde
kullandığı keskin mi keskin testereyi alıp, fırlamış sokağa. Kafes gördüğü ilk
eve dalmış ve buradaki kafesi kesmiş. Ve o günden sonra, her gece evlere girip,
kafeslerin çubuklarını keserek kuşlara özgürlüklerini vermeye başlamış. Deniz’
in bu yaptıkları kafes sahiplerini çılgına çevirmiş tabiî. Günlerce gazetelere
ilanlar verilip, duvarlara afişler asılmış. Radyo ve televizyonlarda duyurular
yayınlanmış. Bu yayınlarda, “Korkunç ve affedilemez suçu işleyen canavar”
hakkında bilgi verenlerin ödüllendirileceği açıklanıyormuş. Ancak Deniz
yılmamış. Yine her fırsat bulduğunda evlere, bahçelere girip kafesleri kesmeye
devam etmiş. O ülkeyi yönetenler çok kızmışlar bu işe, kentin bütün polisleri bu
kafes canavarını yakalamak için yarışa girişmiş, günlerce pusu kurup
beklemişler. Ama bu bir sonuç vermemiş. Bir defa polis, asker bütün ülke düşmüş
bu kafes canavarının peşine. Yine günler, haftalar, aylar
geçmiş ama yakalayamamışlar.
Deniz, bir akşam yine elinde testeresiyle büyükçe bir eve girmeye çalıştığı
sırada pusu kuranlar tarafından yakalanmış. Ve bu haber ülkenin her yanında
bomba gibi patlamış. Gazeteler Deniz’in boy boy fotoğraflarını basmış,
televizyonlar çeşitli görüntüleri getirmiş ekranlarına, radyolar ise her
haberinde duyurmuşlar. İlgililer ise bu “canavarın” yakalanışına müthiş
sevinmişler. Günlerce süren şölenler düzenlenmiş, bayram gibi kutlamışlar bu
başarılarını.
Ama bu sevince katılmayanlar da varmış: ülkenin altın saçlı, gökgözlü, güzel
çocukları Deniz’in yakalanışını üzülerek karşılamışlar. Topluca göşteriler
düzenleyip yönetimi protesto etmişler. Özgürlük istemişler. Deniz özgür olsun
demişler.
Ancak çocukların bu çığlıklarını sağır yürekler duymamış. Mahkemeler kurulmuş,
kurullar toplanmış, dünyanın dört bir yanından pedagoglar, psikologlar, bilim
adamları çağrılmış. Herkes Deniz’in işlediği suçun nedenini araştırmaya
koyulmuş.
İlk gece, polis merkezinde, üşüyüp ağlayan Deniz’in gözünü uyku tutmamış.
Yaptıklarını ve kendisine yapılanları düşünmüş. Kendince suç kavramını
sorgulamış ve “kim suçlu?” sorusuna yanıtlar aramış. Kafeslerini kırdığı ev
sahiplerini düşünmüş, özgür kalınca kanatlarını sevinçle çırpan minik kuşları…
Sonra arkadaşlarını, öğretmenlerini, anasını ve babasını, ninesini düşünmüş.
Yüreği sızlamış Deniz’in hepsini de özlediğini anlamış. Ertesi gün ziyaretçileri
olmuş Deniz’in. Öğretmenleri ve okul arkadaşları gelmiş, renk renk çiçekler,
çeşitli hediyeler verip onu teselli etmeye çalışmışlar. Ziyaret saati bitince de
boynu bükük gitmişler. Ardından bütün ülkenin sarı saçlı, gökgözlü çocukları
Deniz’e üzüntülerini belirten kartlar, mektuplar göndermişler. Ama kurulan
mahkeme çok acımasızmış. Çocukların protestosunu da hiç önemsemiyormuş. Deniz’i
diğer çocuklara da kötü örnek olmasın diye cezalandımak istiyormuş yargıçlar.
Deniz, uykusuz geçirdiği bir gecenin verdiği yorgunlukla hemen uykuya dalmış ve
dalar dalmaz da başlamış rüyalar görmeye. Rüyada yaşlı bir ninecik oturmuş bir
pınarın başına, Deniz’ e “körler ülkesi” masalını anlatıyormuş, ama bu bilge
ninesi değilmiş. Rüyadaki ninenin anlattığı masal şöyleymiş;
“Evvel zaman içinde, kalbur zaman içinde, dünyanın bir yerinde, bir baba ile
oğul varmış, bunların fazlaca bir dertleri yokmuş; işleri, aşları onları kimseye
muhtaç etmezmiş. Ama babanın bir sorunu varmış; oğlunun eğitimsizliği ve
cehaleti. O devirlerde ne oğlunu gönderebileceği bir okul ne de ders verebilecek
öğretmenler varmış. Okul ve öğretmenler yokmuş ama çocuk dünyayı tanımalı ve
bilmeliymiş. Çünkü babanın inancı, “Alimler gözlüdür, Cahiller ise kör’’
biçimindeymiş. Sonuçta baba karar vermiş; oğlunun gözü açılmalı, dünyayı görüp
tanımalıymış. Baba ile biricik oğlu bilinmeyen ülkelere doğru yola çıkmışlar. Az
gitmişler uz gitmişler, sonunda bir de bakmışlar ki, körler ülkesi diye bir yere
gelmişler. Olacak bu ya, tam körler ülkesine geldiklerinde, çocuk bir hastalığa
yakalanmış. Eli ayağı tutmaz olmuş. Baba şaşkın, çocuk bitkin uçan kuştan medet
ummuşlar. Tam o anda “korkma” diye yüreklendirmişler. Babanın etrafına
toplananlar. Ve, “siz buranın körler ülkesi dendiğine
bakmayın, buranın öyle becerikli bir hekimi var ki kime dokunsa hastalığından
iz kalmaz” demişler. Böylece baba yatıştırılmış ve çocuk tezelden hekime
kavuşturulmuş. Hekimbaşı usta parmakları ile hastasını tepeden tınağa bir güzel
yoklamış. Hemencecik de illetin nedenini bulmuş; sorun çocuğun gözlerinde imiş.
Burnun ile alnın birleştiği noktanın sağında ve solunda bulunan çukurlara
gömülü, bıngıl bıngıl devinen oval iki cisimcik. Açılıp kapanan birer deri
kapakla örtülü….
İşte hepimizin bildiği insan gözü, illetin nedeniymiş. Hekim böyle söylemiş,
teşhisi böyle koymuş. Operasyon kısa sürede bitmiş, dışarıya çıkarmışlar çocuğu.
Baba bir de ne görsün, çocuğun dünyayı görüp tanıyacağı gözlerinin ikisi de
yerlerinden çıkarılmış. Çünkü körler ülkesinde herkeste göz düşmanlığı varmış.
Körler bilginin, ışığın, aydınlanmanın en önemli aracı olan göze düşmanmış. Daha
o çağlarda “aydınlık ile karanlığın, bilgi ile cehaletin” savaşı varmış. Ancak
baba ve oğul geç anlamışlar bu gerçeği ve ağır ödemişler bedelini. Ve bu sonuç
karşısında sanki dünya bir anda başlarına yıkılmış baba ile oğulun. Yaşam zindan
olmuş, ama ne acı duyacak halleri kalmış, ne de acıya dayanacak güçleri. Acıyı
acıyla bastırmışlar boynu bükük’’…
Deniz gördüğü düşün etkisiyle ter içinde uyanmış. Bir korku sıkıca sarılmış
boğazına. Kendini o hekimin elinde imiş gibi hissetmiş. Sevdiği onca yüzü
düşünmüş, ama hiç birisini anımsayamamış, sisler arasında yalnız kalmış. Bir
yerlerden ince bir ezgi çarpmış kulaklarına, çoğalan, delirten bir ezgi…. Usuna
babasının üzgün, perişan yüzü gelmiş, bir güvercin uçuvermiş yüreğinden, acıyla
ürpermiş. Deniz’in ağzından “Baba” diye bir inilti çıkmış. Sonra gördüğünün
korkulu bir düş olduğunu fark edince derin bir oh çekip rahatlamış.
Derken duruşma günü gelmiş binlerce çocuk yığılmış mahkemenin önüne, onlarca
polis otosu eşliğinde Deniz mahkemeye getirilmiş. Yargıçlar sertçe bakmışlar
Deniz’e. Savcı iddianamesini okumuş, yargıçların en yaşlısı korkutucu bir sesle
“bütün bunları neden yaptın?” diye sorular yöneltmiş. Yargıçların bütün
sorularına Deniz susarak yanıt vermiş. Yargıç öfkelenmiş dağlar kadar. Deniz’i
azarlamış. “Sende hiç acıma duygusu yok mu, kalp yok mu?” demiş. Deniz ise “Ben
kalbimi kuşlara verdim.” Diyerek ilk ve son yanıtını vermiş. Yargıçlar kendi
aralarınada fisıldaşıp, konuşmuşlar. Sonuçta Deniz’in bir kuş gibi, demirden bir
kafese konulup uzak ve ıssız bir ormana bırakılmasına karar verilmiş. Bu haber
dünyadaki bütün kuşlara yıldırım hızıyla yayılmış. Bir çok kuş toplanıp, kanat
çırpmışlar, dönmüşler gökyüzünde, sonra da hep birlikte saldırmışlar kafese,
günlerce gagalamışlar ama nazlı gagaları parmaklıkları kırmaya yetmemiş. Kafesi
parçalayamamışlar. Parçalayıp da Deniz’ i
özgürlüğüne kavuşturamamışlar.
Günlerce düşünmüşler ve sonuçta hepsi gücünü birleştirerek. Deniz’i köyünün
güzel ormanına götürmeye karar vermişler. Bütün kuşlar kanat açıp, kırk gün kırk
gece, dağ demeden deniz demeden uçmuşlar. Deniz’in o güzelim köyünün ormanına ulaşmışlar. Yağmur yağdığında hepsi birden kanatlarını kafesin üstüne gerip
korumuşlar. Güneş açtığında sevinmişler. Dünyanın her yerinde türlü türlü
yiyecek ve çeşit çeşit kitap taşımışlar. Kuşlar her akşam kafesin etrafında
toplanıp ötüşerek Deniz’i teselli etmişler. Cıvıltılarla uyutmuşlar, her sabah
yeniden en güzel sesleriyle uyandırmışlar. Beraberce gülüp, oynayıp, şarkı
söylemişler. Deniz onlara şiirler okumuş, bilge ninesinden öğrendiği masalları
anlatmış, kuşlar Deniz’i anlarmış Deniz de kuşları……
İşte o gün bu gündür dünyanın bütün kuşları yavrularına kuşlara kalbini veren
çocuğun masallarını anlatırlarmış. Ve onun içindir ki, dünyanın her yerinde
kuşların yalnız bir sabah bir de akşam öttüğü söylenir……..