Mescitin duvarları taş ve kerpiç kullanılarak yapılmış ve mermerlerle kaplanarak süslenmişti. Tavanı da Hindistan'da yetişen saac ağacı ile örtüldü ve altın suyu ile yaldızlandı. Bu yenileme ile mescitin uzunluğu ikiyüz zıra, genişliği de yüz altmış yedi zıra çıkmıştır. Sütunları mermerden yapılarak, sütun başlıkları altınlarla süslendi. Eyvanların yapımında taşlar kurşun kullanılarak birbirine geçirilip sağlamlaştırıldı. Ravza-ı Mutahhara (Resulullah (s.a.s)'nın kabrinin bulunduğu yer)'ın tavanı saac ağacı ile örtülerek yazılarla süslendi. İlk olarak mihrab ve dört tane de minare yapıldı.
Abbasîlerden el-Mehdî, Hicrî 162-778'de kuzey tarafından genişleterek, üç yıl süren çalışmalarla mesciti yeniledi. Yine 202 (817) yılında Me'mun, mesciti tekrar restore ettirdi.
576 (1180) yılında en-Nasır Lidinillah, Resulullah (s.a.s)'den kalan değerli eşyayı muhafaza etmek için mescitin sahnında kubbeli bir oda yaptırdı. Hz. Âişe (r.anh)'ın sakladıklarından bulabildiklerini buraya koydu. Bunlar; Resulullah (s.a.s)'ın vefat ettiği zaman giymekte olduğu çuhadan yapılmış rida ve izar, atlas kumaş ile işlemeli şal bir cübbe, Bürde-i Saadet, seccade, sancaklar, bir kısım resmi evrak ve Ashabdan bazılarına ait bir takım eşyadan ibaretti.
654 (1256) yılının Ramazan ayının ilk cuma günü, kandilleri yakan kandilcinin ihmali, kutsal emanetlerin korunduğu sahndaki kubbeli oda hariç, mescidin tamamen yanmasına sebep olmuştu. Abbasîler'den el-Mu'tasım, 655 (1257) yılı hac mevsiminde ustalar ve malzeme göndererek mescitin yeniden inşa edilmesini sağladı. Yemen Meliki Muzaffer ve Mısır Meliki Nureddin Ali İbn Mu'iz'in de iştirak ettiği bu çalışmalarla hücre-i nebeviye ve duvarların bir kısmı yeniden yapılmıştı. Melik Muzaffer, Yemen'de yaptırdığı sanat değeri çok yüksek bir minberi de Mescite yerleştirmişti. Ancak, imar işi tamamlanamamıştı. 685 (1295)'de Baybars, yarım kalan inşaatı tamamladı ve küçük bulduğu Melik Muzaffer'in minberini kaldırarak yerine, Mısır'dan getirttiği daha büyük ve sanat bakımından daha zarif bir minberi yerleştirdi. 886 (1481) Ramazanının 13. günü minarelerden birine isabet eden yıldırım, mescitin yanarak, duvarlarının yıkılmasına sebep oldu. Minber, mushaflar ve kitapların tamamı yandı. Ravza-ı Mutahhara ve sahndaki kubbeli oda bu yangından zarar görmemişti.
Mısır Memlûk Sultanı Eşref Kaytabay, Emir Sankar el-Cemalî'yi kalabalık bir usta kafilesiyle Medine'ye gönderdi.
Mescit biraz genişletilerek duvarlar ve minberler yeniden inşa edildi. Mihrabı da biraz genişleterek, üzerini, çevresindeki direklerin başlıklarına oturtulan bir Kubbe ile kapadılar. Ravza-ı Mutahhara'nın duvarları üzerine de bir kubbe oturttular. Bunun üzerini de sütunların taşıdığı diğer bir kubbe ile kapadılar. Sonra, Ravza-ı Mutahhara ile kıble duvarı arasına, etrafını üç küçük kubbenin çevrelediği büyük bir kubbe yapıldı. Yapılan diğer bazı kubbelerle de mescitin bir kısmı örtülmüş oldu. Yeniden yapılan mihrap, renkli mermerler ile süslendi. Rahmet kapısının yanında Medrese-i Mahmudiye adıyla anılan bir medrese inşa edildi. Kaytabay, yapılan bu işler için yüzyirmibin dinar tahsis etmişti.
Osmanlılar döneminde Mescid-i Nebevî'nin bakımı titizlikle yerine getirilmiş ve tezyin edilmiştir. I. Mahmud, Ravza-ı Mutahhara'nın üzerinde bulunan kubbeyi yenileyerek, koyu yeşile boyadı. Bundan dolayı bu kubbe, Kubbetu'l-Hadra (yeşil kubbe) adıyla anılır. Mısır valisi Mehmed Ali Paşa da Mescid-i Nebevi'de birtakım restorasyon çalışmaları yapmıştır. Mescit, Abdulmecid tarafından yeniden inşa edilmiştir. Abdulmecid'in bu iş için seçtiği ustalar, Akik vadisinde bulunan Hedab denilen kayadan sütunlar ve taşlar kestiler. Mesciti parça parça inşa etmeye başladılar. Yani bir kısmını yıkıyor, yerini hemen yapıyorlardı. 1849-1861 yılları arasında on iki şene süren inşa çalışmaları ile mescit yeni baştan inşa edildi.
Mayıs 1953'te başlatılan diğer bir çalışma ile, ön kısmı hariç yeni baştan inşa edilerek bugünkü hale getirildi. İlk imar edildiğinde yaklaşık 2475 m. kare büyüklüğünde olan Mescid-i Nebî, tarih boyu süren çeşitli inşa faaliyetleri sonunda 12271 m. kare genişliğe ulaşmıştır. Bugün ise yeniden büyük genişletme çalışmalarıyla bu alan birkaç katına çıkarılacak şekilde büyütülmüş bulunmaktadır.
Mescid-i Nebevî'nin Fazileti
Mescid-i Nebevi, Mescid-i Haram ve Mescid-i Aksa'dan sonra, yeryüzündeki mescitlerin en faziletlisidir. Bu konuda Resulullah (s.a.s)'den bir çok hadis varit olmuştur.
Mescid-i Nebî'de, bir bölüm vardı ki, Resulullah (s.a.s) burayı Cennet bahçelerinden bir bahçe olarak nitelemiştir. Ayrıca minberini de aynı şekilde vasıflandırmıştır.
Bir hadiste şöyle denilmektedir:
"Resulullah, bir hurma kütüğüne yaslanarak hutbe okurdu. Ashabdan biri şöyle dedi: "Ya Resulullah! Senin için bir şey yapalım ki, cuma günü üzerine çıktığın zaman insanlar sizi görsün ve hutbenizi duyabilsinler" dedi. Bunun üzerine Resulullah; "olur" dedi. Üç basamaklı bir minber yapıldı. Daha önce yaslanıp hutbe okuduğu kütüğü geçince, kütükten on aylık gebe devenin inlemesi gibi iniltiler gelmeye başladı. Resulullah onu eliyle meshetti ve ses kesildi (Buhârî, Cuma, 26; Nesaî, Cuma, 17; İbn Mâce, İkame, 199; İbn Sa'd, a.g.e.,I, 239-254).
Resulullah (s.a.s), bu minberin üzerine çıktığı zaman şöyle demişti:
"Evimle minberimin arası Cennet bahçelerinden bir bahçedir ve minberim de Cennet bahçelerinin üzerindedir (Ahmed b. Hanbel, II, 36, 450, 534; V, 41). Diğer bir hadis de; "Evimle minberimin arası, Cennet bahçelerinden bir bahçedir ve minberim havzımın üzerindedir" (Ahmed b. Hanbel, II, 236) şeklindedir.
Minber hakkındaki başka bir hadis-i şerifte de şöyle buyurulmaktadır: "Minberimin ayakları Cennet üzerindedir" (Ahmed, b. Hanbel, VI 289, 292, 318; Nesaî, Mesâcid, Resimlerin Görüntülenmesine İzin Verilmiyor.
Üye Ol ya da
Giriş Yap.
Bu hadisler, Mescid-i Nebevî'nin, Resulullah'ın minberi de dahil olmak üzere, minberi ile evi arasında kalan bölümün Cennet bahçelerinden birisi hükmünde olduğunu teyit ederek ortaya koymaktadır. Buna göre, burada bilinçli bir şekilde bulunan, namaz kılan veya başka bir ibadetde bulunan, yaptığı şeyleri Cennet bahçelerinden birinde yapmış gibidir.
Yeryüzünde namaz kılmak ve ziyaret etmek maksadıyla yolculuğa çıkılabilecek üç mescitten birisi Mescidi Nebî'dir. Bir hadis-i şerifinde Resulullah (s.a.s) şöyle buyurmaktadır: "Üç mescitten başka bir yere (ibadet etmek için) özel olarak yolculuk yapılmaz: Mescid-i Horam, Mescid-i Aksa ve Benim mescidim" (Buharî, Fedâilü's-Salat, 1, 6).
Mescid-i Nebî'de kılınan namaz, diğer mescitlerde kılınan namazlardan çok daha faziletlidir. Sa'd ibn Ebi Vakkas (r.a)'dan Resulullah (s.a.s)'ın şöyle söylediği rivayet edilmektedir: Mescitimde namaz, Mescid-i Haram hariç, diğer mescitlerde kılınan bin rekât namazdan daha hayırlıdır" (Ahmed b. Hanbel, I,184); Başka bir rivayette "daha faziletlidir" (Hanbel, I, 16; Nesai, Mescid,4) buyrulur.
Bunun içindir ki, hac farizasını ifa etmek için bu topraklara yönelen insanlar, bir müddet Medine'de kalarak Mescid-i Nebî'de ibadet etmenin güzelliklerinden faydalanmaya çalışırlar.
Namazın dışında, diğer hayırlı ameller için de Mescid-i Nebevî üstün bir mahaldir. Orada yapılan her ibadet kat kat fazlasıyla mükafatlandırılır. Bunun böyle olduğunu vurgulamak için Resulullah (s.a.s) bir hadisinde, Allah yolunda cihat ile kıyas yaparak şöyle buyurmaktadır: Mescitime bir hayrı öğrenmek veya öğretmek için gelen, Allah yolunda cihat eden kimse gibidir. Bunun dışında gelen, başkasının kazancını seyreden kimseye benzer" (Ahmed b. Hanbel, II, 418).
Resulullah (s.a.s), Mescid-i Haram ve Mescid-i Aksa yanında kendi mescidinin konumunu bildirmek maksadıyla şöyle demiştir: Ben peygamberlerin sonuncusuyum. Mescitim de mescitlerin sonuncusudur" (Nesaî, Mesâcid, 7). Bu hadisler, zikredilen bu üç mescitin dışında inşa edilecek hiç bir mescitin, diğerlerinden farkı olmadığını ve fazilet bakımından birbirine denk olduğunu da ortaya koymaktadır.
Resulullah (s.a.s), Medine'ye hicret ettiği zaman, burada Mekke'deki gibi bir devlet yoktu. İki büyük Arap kabilesi olan Evs ve Hazrec'den başka, varlıklarını bu kabileleri birbirine karşı çatıştırarak sürdüren Benu Kaynuka, Benu Nadr ve Benu Kureyza adlarında üç yahudi kabilesi bulunmaktaydı. Ayrıca bu yahudi kabileleri arasında da bir birlik yoktu. Bu anarşi ortamı herkesi bıktırmış olduğu için, bütün kabileler Abdullah İbn Ubeyy'in Medine'de Kral ilân edilerek bir devlet otoritesinin kurulması yolunda bir karar üzerinde anlaşmalarını sağlamıştı. Hatta bunun için bir krallık tacının yapılması için de sipariş bile verilmişti. Ancak henüz devlet teşekkül etmiş değildi. Bu durum Resulullah'ın işini kolaylaştırıyordu. O, ilk iş olarak, yahudiler ve diğer müşrik Araplar da dahil herkesi toplayarak hazırladığı anayasa çerçevesinde bir devlet kurulmasını sağlama yoluna gitti. Elli iki maddeden oluşan anayasa, herkesin hak ve sorumluluklarını belirtirken aynı zamanda idarenin müslümanların elinde olmasını öngörüyordu (bu anayasanın maddeleri için bk. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, İstanbul 1980, I, 220 vd.).
Medine'de müslüman nüfus azınlıkta olmasına rağmen, kurulan devlet bir İslâm devleti niteliğinde olup, bunun tabii başkanı da Resulullah (s.a.s)'dir. Daha önce Medine'de bir devlet yapısının olmayışı, Resulullah (s.a.s)'ın İslâm devletini kurup hiç kimse ile bir çatışmaya girmeden onu istediği gibi teşkilatlandırmasını kolaylaştırmıştı. Ancak İslâm devletinin kurulmasıyla krallığı suya düşen Abdullah İbn Ubeyy zahiren iman etmiş gözükerek, Medine İslâm devletini sabote etmek için var gücüyle çalışıyordu. Münafıkların lideri konumunda bulunan İbn Ubeyy, Medine dönemi boyunca, müslümanları sıkıntıya sokan etkili nifak hareketlerinin tezgâhlanmasında oldukça büyük rol oynamıştır.
Mekke'den her şeylerini terkederek Allah yolunda hicret eden muhacirlerin Medine'deki yaşayışlarını kolaylaştırmak ve sosyal hayata adapte etmek için Resulullah (s.a.s), her bir muhaciri bir Ensarla kardeş ilân etmiş ve bu kardeşlik birbirine mirasçı olmak kadar ileri götürülmüştü. Bu olay tarihe "Muahat" * adıyla geçmiş ve Ensar'ın Allah yolunda, din kardeşleri için hiç tereddüt etmeden ne kadar büyük fedakârlıklarda bulunduklarını ortaya koymuştur.
Artık, Mekke'de sadece bir cemaat statüsünde olan müslümanlar Medine'ye hicretle devletlerini kurmuş, bu da İslâm'ın tebliğ stratejisinde önemli değişiklikleri beraberinde getirmişti. Mekke döneminde savaş ferdi olaylara itiraz edilmemekle birlikte genel anlamda yasaklanmıştı. Bu dönemin tabiatı bunu gerektirdiği için Allah Tealâ, onca işkence ve saldırılara rağmen müşriklere karşı silahla karşılık verilmesine izin vermemişti.
İkinci Akabe Bey atının peşinden, Ensar'dan Abbas ibn Ubade; "Ya Resulullah, izin ver sana eziyet eden müşrikleri kılıçtan geçirelim" dediğinde Resulullah (s.a.s): Henüz bununla emrolunmadık, arkadaşlarınızın yanına dönün" buyurmuştu (Ahmet b. Hanbel, III, 462).
Hicretle birlikte, devletin kurulmasından hemen sonra, Allah Teâlâ inananlara İ'lay-ı Kelimetullah için kıyamete kadar sürecek cihatın kapısını açıyordu: "Zulme uğratılarak kendilerine savaş açılan kimselerin karşı koyup savaşmasına izin verilmiştir. Allah onlara yardım etmeye elbette kadirdir" (el-Hac, 22/39).
Mekkeli müşrikler, hicretten sonra, kendileri açısından durumun vahametini anladıkları için Medineliler'den, Resulullah (s.a.s)'i öldürmeleri, en azından Medine'den sürmelerini istiyorlardı. Bu yapılmadığı takdirde Medine'yi işgal edecekleri tehditlerini savuruyorlardı. Resulullah (s.a.s), Medine'deki küçük müslüman toplumu teşkilatlandırmaya gayret gösterirken, sınırları tespit edilmiş ve henüz bir şehir devleti niteliğindeki bölgenin dışında kalan gayrimüslim kabilelerle ittifak veya saldırmazlık antlaşmaları yaparak dışardan gelebilecek bir tehlikeyi karşılayacak bir ortam hazırlamaya çalışıyordu. Ancak burada önemli olan husus, müslümanlar, planlarını savunmaya değil, İslâm tebliğinin aktif olarak diğer insanlara da ulaştırılması üzerinde yapıldığıdır. Bunun için askerî gücün kaçınılmazlığı açıktır. Bundan dolayıdır ki Hicret, sadece Mekkeli müslümanların Medine'ye intikali ile sınırlı tutulmamış, nerede olursa olsun iman eden herkesin Medine'ye hicreti farz kılınmıştır. Mekke'nin fethine kadar geçerli kalan bu hüküm, Mekke'nin fethiyle artık gerek kalmadığı için kaldırılmıştır.
Resulullah (s.a.s), siyasî, sosyal ve cihatla alakalı inen ayetleri, Mescid-i Nebi'de ashabına öğretiyor, ayrıca Mescid-i Nebi'ye eklenen ve İslâm öğretiminin ilk üniversitesi mahiyetiniz olan Suffa'da yetişmiş ashabın katılımıyla bu eğitim faaliyetleri bütün müslümanları kapsayacak şekilde yerine getiriliyordu.
Bu teşkilatlanma ve eğitim çalışmaları yanında İslâm devletinin en önemli düşmanı olan Mekkeli müşrik güçlere karşı silahlı bir faaliyetin hazırlıkları da yapılıyordu. Resulullah (s.a.s), Hicretten yedi ay sonra, Mekkeli müşriklere ait ve başında Ebu Cehil'in bulunduğu bir ticaret kervanını vurmak için Hz. Hamza komutasında otuz kişilik bir birliği Medine'den yola çıkardı. Ancak her iki tarafın da müttefiği olan Mecdi b. Amr'ın araya girmesiyle, savaş pozisyonu alan kuvvetler savaşmadan ayrılmışlardı.
Bu olaydan bir ay sonra, altmış kişilik bir kuvveti Ubeyde b. el-Haris komutasında yine Mekke kervanının yolunu kesmek için göndermişti. Seniyyetül-Murre mevkiinde karşılaşan kuvvetler arasında yine ciddi bir çatışma meydana gelmemişti. Bununla birlikte, Mekke müşrikleri ile müslümanlar arasında tam bir savaş hali yaşanıyordu. Bunun için, bu kervanlara yapılan saldırılar, basit birer yol kesme hareketi değildi. Müşriklere ait ticaret kervanlarının İslâm devletinin nüfuz bölgelerinden geçmesi engellenerek, savaş halinde bulunan güçlerin ekonomilerinin çökertilmesi hedefleniyordu. Ayrıca bu küçük çaplı askerî operasyonlarla müslümanların savaş yeteneklerinin geliştirilmesi ve tecrübe kazanmalarını sağlayarak, ilerdeki büyük savaşlar için İslâm ordusunun alt yapısı oluşturulmaya çalışılıyordu.
Hicrî birinci senenin sonunda Sa'd b. Ebi Vakkas komutan tayin edilerek, yirmi kişilik bir kuvvetle el-Harrar bölgesine gönderilmişti. Ancak, Mekke kervanı bir gün önceden burayı terkettiği için yine bir çatışma olmadan Medineye dönülmüştü.
Hicrî ikinci senenin Şevval ayında, ikiyüz kişilik bir kuvvetle Resulullah (s.a.s)'ın bizzat askerî sefere çıktığı görülmektedir. Bedir yakınlarındaki Vaddan bölgesine kadar giden Resulullah (s.a.s), bu bölgede oturan Benu Damra kabilesi ile bir saldırmazlık antlaşması yapmıştı. Bundan bir ay sonra Resulullah (s.a.s), ikiyüz kişilik bir kuvvetle Medine'nin kuzey batı tarafında bulunan Buvat bölgesine gitti. Mekke kervanlarını sıkı bir takibe alan Resulullah (s.a.s), çıktığı seferler esnasında bir takım kabilelerle. antlaşmalar akdediyor ve Medine etrafındaki kabileleri Mekkeli müşriklere karşı kendi tarafına alıyordu.
Bu arada, Şam ticaret yolunun müslümanlar tarafından kontrol altına alınması Mekke müşriklerinin tedirginliğini oldukça artırmıştı. Hicri ikinci yılın Cemaziyel-Ahir ayında, Kurz b. Cabir'in komutasındaki Mekkeli bir birlik Medine'nin dış mahallelerine baskın düzenlemiş ve buraları yağmalamıştı. Medine'ye henüz dönmüş bulunan Resulullah (s.a.s), bu Mekkeli birliği yakalamak için peşlerine düştüyse de, kaçıp gittiklerinden onlara yetişmesi mümkün olmamıştı. Bu olay müslümanlar için üzüntü verici olmuştu. Bunun üzerine Mekke'den bir kervanın yola çıktığı haberi alınınca Resulullah (s.a.s), hemen Medine'nin güney batı tarafında bulunan Benu Damra arazisine doğru yola çıktı. Burada Müdlic kabilesine mensup olup, hicret esnasında Resulullah (s.a.s)'i yakalamak isteyen, ancak sonra iman eden Suraka Resulullah (s.a.s)'i kabile mensupları ile birlikte büyük bir coşku ile karşılamıştı. Suraka'nın müslümanları ağırlaması esnasında Mekke kervanı savuşup gitmişti. Bu sefer esnasında savaşçıların sayısı yüz elli kişi kadardı.
Suriye'ye giden kervanın yolunun kesilmesini sağlamak için Resulullah (s.a.s) iki kişiyi istihbarat maksadı ile Suriye'ye göndermişti. Ayrıca oniki kişilik bir birliği Abdullah b. Cahş komutasında, Mekke devletinin müslümanlar hakkında tasarladıkları planları öğrenmek için tehlikeli bi r görevle -Mekke'nin güneyinde,. Mekke ile Taif arasında bir yer olan Nahle mevkiine gönderdi. Bu birliğin gittiği yerin gizliliğini muhafaza için görevlerini bildiren mühürlü talimatın iki gün yol alındıktan sonra açılması emredilmişti. Bu birlik Nahle bölgesine geldiğinde Mekkelilere ait üzüm ve deri yüklü bir kervanla karşılaştı. Görevi sadece haber toplamak olan birliğin komutanı Abdullah İbn Cahş, bu kervana saldırı emri vermiş sonuçta bir müşrik öldürülmüş, iki esir alınmış ve kervandaki mallara ganimet olarak el konmuştu. İslâm devletine ait askerî birlikler düşmanla ilk defa ciddi bir çatışmaya girmiş oluyordu.
Şam tarafına gitmiş olan kervanın dönüşte ele geçirilmesi için hazırlıklara girişildi. Bu kervanın yakalanması çok önemliydi. Çünkü Mekkeli müşrikler, Medine'de gün geçtikçe güçlenen İslâm devletine nihai darbeyi vurup ortadan kaldırmak için gerekli olan finansı sağlamak gayesiyle Ebu Süfyanın liderliğinde bu büyük kervanı Suriye'ye göndermişlerdi. Bu kervanın dönüş haberi Medine'ye ulaşınca Resulullah (s:a.s), Ebu Lübabe'yi Medine'de vekil bırakarak, Hicri ikinci yılın Ramazan ayında üçyüz kişiden oluşan ashabıyla birlikte yola çıktı. Bunu öğrenen Ebu Süfyan, kervanı kurtarmak için güzergah değiştirirken, aynı zamanda durumu Mekke'ye bildirerek acilen yardım yetiştirilmesini istemişti.
Böyle bir fırsatı kaçırmak istemeyen Ebu Cehil Mekke'de dolaşarak halkı galeyana getirmeye çalışıyordu. O, topladığı bin kişilik kuvvetin başına geçerek Medine'ye doğru yola çıkmıştı. İslâm ordusu Zefiran denilen yere geldiğinde, Mekkeliler'in kalabalık bir ordu ile yola çıktıkları haberi Peygamber'e ulaşmıştı. Diğer taraftan Ebu Süfyan kervanı kurtarmış ve tehlikeyi atlattığını yola çıkmış bulunan Mekke ordusuna bildirmişti. Ancak Ebu Cehil, yakaladığı bu fırsatı değerlendirmek için yoluna devam etti. Ashabıyla bir durum değerlendirmesi yapan Resulullah (s.a.s), onların Allah yolunda savaşmadaki kararlılıklarını görünce kendi ordusundan üç kat daha kalabalık müşrik güçlerle savaş kararı alınarak yola devam edildi. Bedir mevkiine gelindiğinde, vaziyet almış durumdaki düşman ordusuna karşı mevzilendi.
Bu savaş İslâm'ın kaderini belirleyecek bir mahiyet arzetmekte idi. Bu savaş ya kazanılacaktı veya üç yüz kahraman mücahitle birlikte İslâm risaleti tarihe karışacaktı. Durumun ciddiyetini, Resulullah (s.a.s)'in Rabbine yaptığı şu tazarru açıkca ortaya koymaktadır: "Allah'ım, vadettiğin yardımını bugün lütfet. Ey Rabbim, bugün şu küçük ordu yok olup giderse yeryüzünde sana kulluk eden kimse kalmayacak".
Allah Tealâ bu esnada mü'minlere zaferi müjdeleyen şu ayeti vahyediyordu:
"Bütün bu toplananlar (müşrikler) hezimete uğrayacak ve arkalarına dönüp kaçacaklardır" (el-Kalem, 68/45).
17 Ramazan günü (13 Mart 624) yapılan savaşta Allah Teâlâ'nın vadi gerçekleşmiş ve düşman ordusu büyük bir hezimete uğratılmıştı. Ebu Cehil ve diğer bir grup ileri gelen müşrikler de dahil yetmiş müşrik öldürülmüş, çok sayıda da esir alınmıştı. İslâm ordusunun verdiği şehit sayısı ise on dört kişiydi (bk. Bedir Gazvesi).
Bedir savaşı, Medine İslâm devletinin temellerini sağlamlaştırmış, inananlara büyük moral gücü kazandırmıştı. Artık bu savaşla hak batıla üstün gelmiş, küfrün, şirkin ve putperestliğin yeryüzünden silinip atılması için İslâm cihatı meşalesi tutuşturulmuştu.
Bedir'den Medine'ye dönüldüğü zaman, İslâm'a duydukları düşmanlıktan dolayı içlerini kemiren ve müslümanların kazandığı bu büyük zaferi hazmedemeyen ve kahrolan yahudiler, düşmanlıklarını açığa vurmaya ve değişik yollarla müslümanlara sataşmaya başlamışlardı.
İffetsiz bir kadın şair olan Asma binti Mervân ile Ebu Afek adındaki yahudi şairler, İslâma karşı haddi aştıkları için öldürülmüşlerdi. Yahudi kabileler içinde düşmanlıklarını ilk önce açığa vuran Kaynuka yahudileri, Bedir zaferini küçümsüyor, sebebini, Mekkeli arapların savaş bilmemelerine bağlayıp; "bizimle karşılaşsalar da savaş nasıl olurmuş görseler" diyerek müslümanları hafife alıyorlardı.