İlk Ansiklopedist Düşünürümüz: Kâtip ÇelebiTürk düşünce tarihinin on yedinci yüzyılda yetişen “nev’i şahsına münhasır” simalarından biri olan Kâtip Çelebi’nin asıl adı Mustafa, babasının adı Abdullah’tır. 1608 yılında İstanbul’da doğmuştur. Yaşadığı dönemin bilginleri arasında Kâtip Çelebi, daire arkadaşları tarafından da Hacı Halife diye anılırdı. Babasının sarayda silâhtarlık görevinde bulunan; bilgin ve şeyhlerin sohbetlerine devam eden; geceleri bile ibadetle meşgul olan dindar ve bilgili bir zat olduğunu biliyoruz. Eğitimini özel hocalardan alan Kâtip Çelebi, çocukluğunda Kur’an’ı ezberlediğini ve on dört yaşında babasının tavassutuyla ordu kalemine atandığını; gençliğinin sefere giden ordularla İstanbul’dan uzakta geçtiğini Mizanü’l-Hak adlı eserinde kendisi anlatır. Memuriyeti gereği son kez Dördüncü Murad’ın 1634’deki Revan (Erivan) seferine katılan Kâtip Çelebi, bu seferden İstanbul’a dönünce artık ‘küçük cihattan, büyük cihada’ yani ilime dönmeye karar verir. Kâtip Çelebi’nin bundan sonraki hayatı resmî memuriyeti yanında ilim öğrenmeyle geçmiştir. Çağının ünlü hocalarından Kur’anî ilimler yanında, aruz, hikmet, matematik, astronomi, felsefe dersleri almış; “ulûm-i garibe” denilen sihir, tılsım gibi ilimlerle meşgul olmuş, Arapça, Farsça ve Latince öğrenmiştir. Yine kendi ifadesiyle on yıl kadar gece gündüz büyük bir aşkla hadsiz hesapsız kitabı gözden geçirir. Bir on yıl kadar da kendisine gelen öğrencilere ders verir. 26 Eylül 1656 yılında Fatih camiinin kuzeyinde kendi mülkü olan evde henüz 48 yaşında vefat eder.
Kâtip Çelebi’nin başlıca eseri, bibliyografik bir eser olan Arapça yazılmış “Keşfü’z-Zünûn’dur. Coğrafî bir eser niteliğinde olan “Cihannüma”, Hazreti Adem’in yaratılışından 1648 yılına kadar olan tarihî olayları konu alan “Takvimü’t-Tevarih”, yaşadığı dönemin tartışmalı konuları hakkındaki görüşlerini içeren “Mizanü’l-Hak” diğer önemli eserleridir. Eserlerinde okuyucuya her alanda bilgi vermesi, ele aldığı konuları bütün yönleriyle işlemesi, ilme ve felsefeye önem veren bir anlayışa sahip olması dolayısıyla ansiklopedist akımın ve Osmanlı’daki ilim rönesansının öncüsü sayılmıştır.
Çağdaşlarının tanıklığına göre Kâtip Çelebi himmet sahibi, iyi huylu, az konuşur, hakîm meşrepli bir zattı. Kendisiyle yakın dostluğu olan Uşşakizade, Tarih’inde ondan bahsederken onun rintlerle de, zahitlerle de arkadaş bir kimse olduğunu, içki içmediğini, büyüklerle büyük, küçüklerle küçük olduğunu söyler. Tütün içmediğini de “Mizanü’l-Hak”ta kendisi kaydeder. Kitaba büyük merakı olan Katip Çelebi seferlere katıldığı sıralarda sahafları ziyaret ederek bir çok kitap satın aldığı gibi, yakın akrabasından vefat eden zengin bir tacirin kendisine düşen mirasın hepsini kitaba harcar. Bazı kaybolmuş sanılan kitapların kendisinde bulunduğunu gururla anlatır. Daha çok tarih, hâl tercümesi, ölmüş büyük ve meşhur adamlardan bahseden kitaplarını okumaya eğilimi olan Katip Çelebi, kendi ifadesiyle “Bazen içime bir kitabı gözden geçirme arzusu içime düştüğü zaman güneşin batmasından doğması vaktine kadar mum ışığı altında çalışır, dururdum. Bundan dolayı hiç bıkkınlık ve usanç duymazdım.” Der. Kendisinden bahseden kaynaklar, çiçek yetiştirmek gibi ince zevkleri olan Kâtip Çelebi’nin, ağırbaşlılığı ile tanınan; hicivde hoşlanmadığı gibi bâtıl inançlarla da ılımlı bir üslupla mücadele eden; dinine bağlı, ibadet hayatı düzenli, özgür düşünceli, taassuptan hoşlanmayan bir bilgin ve fikir adamı olduğunu kaydeder.
Düzenli bir medrese öğrenimi görmeyen Kâtip Çelebi, dinî ilimlerle beraber aklî ilimleri de ihmal etmemiştir. Genel olarak bütün ilimlere, özel olarak felsefeye yakınlık duyardı. Ona göre akıl ile nakil ve din ile felsefe arasında bir uyum vardır ve bu iki ilim bir kuşun iki kanadına benzer. Ve hatta “Aklî ve hikemî ilimler, şer’î ilimlerle kaynaşmıştır. Bunun için o ilimlerden behresi olmayanlar şer’î ilimlere dahi, tam olarak vakıf olamazlar.” Diyerek müspet ilimlere verdiği önemi belirtir. Halk arasında şâyi olan İslâmî olmayan ilimlerle ilgili olumsuz anlayışın İslâm’ın ilk dönemlerinde ümmetin önderlerinin dinin temel kaideleri iyice yerleşip kökleşmeden, başka ilimlerle meşgul olmayı caiz görmemelerinden kaynaklandığını ve bunun da o zaman maslahat icabı olduğunu belirtir. Aklî bilimlere önem vermeyip, bilgin geçinen mukallitleri ve mutaassıpları eleştirir. Onları “ahmak”, “budala”, “kafası boş”, “yeri gökten, sağı soldan ayırt edemez”, “vehimli ve eşek” gibi deyimlerle niteler. Taassup sahiplerinin dindarlığından hazzetmez ve buna insanı üşüten ve ürküten çiğ dindarlık adını verir.
On yedinci yüzyılda İslâm dünyasında ve Osmanlı ülkesinde halkın ve bilginlerin tartıştığı toplumsal ve dinî nitelikli meselelere akıllıca ve içten bir Müslüman yaklaşımıyla çözüm arayan Katip Çelebi bu konulardaki görüşlerini “Mizanü’l- Hak” adlı eserinde dile getirir. Kâtip Çelebi bu eserinde aklî ilimlerin gerekliliği, musikî ve raks meselesi, Muhyiddin Arabî’nin durumu,Yezid’e lânet okuma, kabir ziyareti, tütün içmek, rüşvet, bidat vs. gibi konular yanında tanığı olduğu Kadızadeliler ve Sivasîler arasındaki mücadeleleri de etraflıca anlatır. Özellikle son eser olan bu kitap, Kâtip Çelebi ve yaşadığı çağın düşünce âlemini berrak bir şekilde yansıtır. Kâtip Çelebi’nin düşünce dünyasına giriş mahiyetinde başlıca Mizanü’l-Hak olmak üzere diğer bazı eserlerindeki görüşlerinden kesitler sunacağız.
Gayet makul bir düşünür olan Kâtip Çelebi, toplumdaki farklı düşünce ve inanışların tabiî olduğuna inanır ve bütün halkı bir inanışta görmek isteyenlerin ahmak olduklarını söyler. Hazreti Adem’den beri insanları fırka fırka olduğunu söyleyen Kâtip Çelebi günümüz insanı için de hayli ufuk açıcı düşüncelerini kendi kaleminden şöyle ifade eder: “Her fırkanın bir mezhebi ve meşrebi vardır ki biri diğerine muhalif görünür. Ve bazı insanlar akıllıdır, bu ihtilâfın hikmetini düşünüp anlar, kimsenin mesleğine meşrebine müdahale edip saldırmaz. Eğer dinince bu iş kötü ise kalbinden inkâr ile yetinir. Kimi de ahmaktır, ihtilâftaki hikmeti bilmez. Bütün halk bir mezhep ve meşrepte olsun diye olmayacak şeyleri tasavvur eder. Din işlerinde gereksiz kavga yasak iken müdahale ve taarruz derdine düşer. Bu mümkün değildir. Basiret ehline malum ola ki insanlığın ayrılmaz bir vasfı olan içtimaî ve medenî hikmetin icap ettiği şeyleri öğreneler, bir şehir halkının bütün sınıflarına ve her birinin örf ve âdetlerine, ayrıca dünyanın her tarafında yaşayanların hallerine kısa ve toplu olarak vâkıf olalar. Böylece insanların toplu yaşamalarının sırrı yavaş yavaş ortaya çıkar. O zaman anlaşılır ki bu çeşit kavga ve cidal erbabı örümcek ağına düşen sinekler gibi acz ve zaaf içindedir.”
Toplumların gelenek ve göreneklerine çok değer veren Kâtip Çelebi âdeta bunların değişmez kanun olduğuna inanır. Bütün bidatların halk arasındaki örf ve âdetler üzerine inşa edildiğini, bir bidatın bir kavmin arasına yerleşip karar kılmasından sonra o kavmi zorla o yoldan döndürmeye çalışmanın aptallık ve cahillik olduğunu söyler. Birçok padişahın bir çok savaşlar yaparak bunu denediğini ama bir sonuç elde edilemediğini belirtir. Halkın âdetini terk etmeyeceğini ancak Müslümanları nizamını himaye, İslâm’ın şartlarını ve erkânını halk arasında korumasının gerekli olduğunu söyler. Ona göre “Müslümanlar, halkı sünnete teşvik edip vaaz ve nasihatla yetindiler mi üzerlerine düşen vazifeyi yerine getirmiş olurlar. Tutmak halka kalır, zorla tutturmak olmaz.”
Kâtip Çelebi “Mizanü’l-Hak’ta değindiği musikî konusunda mutaassıp olmaktan uzak, insanın tabiatını dikkate alan bir tutum içindedir. Ölçülü ve güzel sesin nefs ve ruhlara etki edeceğini ve bunun da beden üzerinde bir takım eserleri olacağını belirtir. Birçok konuda olduğu gibi temkinli bir Müslüman üslubuyla müzik bahsinde de İslâm bilginlerinin görüşlerini zikreder. İnsan hançeresinden çıkan ses ve nağmelerin yani musikînin eğer içki, sevgili, günah ve ahlâksızlık gibi şeyleri söz konusu eden şiir ve mısralarla olursa; mutlak olarak dinlenmesinin câiz olmayacağını belirtir. Eğer Resulullah’ın na’tı, iyi işlere teşvik ve kötü işleri yapanları tehdit ile ilgili şiirlerle olursa genel kanata göre câiz olduğunu söyler. Kâtip Çelebi musikiyle ilgili diğer bir konu olan çalgı çalma hususunda ise sûfiler ile bilginler arasında birçok tartışmalar olduğunu ve eskiden beri sürüp giden bu tartışmanın çözüme kavuşacağını ümit etmenin ahmaklık olacağını söyler.
Kâtip Çelebi’nin “Mizanü’ül-Hak”ta ele aldığı ilgi çekici konulardan biri de kahvehanelerde tütün ve kahve içmek hakkındadır. Önce tütünün tarihi konusunda uzun bir malumat verdikten sonra tütünün 1601 yılında Osmanlı ülkesine girişi ve din bilginlerinin bu konudaki tartışmalarına değinir. Dördüncü Murad’ın, bütün fenalıkların merkezi olan kahvehaneleri kapatması ve bir takım yangın hadiselerine sebep olduğu için tütünü yasaklamasından bahseder. Dördüncü Murad’ın ölümü sonrasında Şeyhülislâm Bahaî Efendi’nin tütün içmenin helal olduğunu dair fetvasından sonra herkesin tütüne müptela olduğunu belirtir. Pekâlâ tütünün yasaklanması doğru mudur? Kâtip Çelebi’ye göre âdet yani alışkanlık, insanın ikinci bir tabiatıdır. Onun için tiryakiler hiçbir zaman alışkanlığı terk etmezler. Onları zorlamamak gerekir. Tiryakilerin kendi tabiatıyla baş başa kalınca akl-ı selim bunun kötü bir şey olduğuna hükmedecektir. “Evlâ olan odur ki bu konuda kimseye karışılmaya ve sataşılmaya.” Diye hükmünü verir. Kahve içmek âdeti konusunda ise 1543 yılında Yemen’den kahve yüklü gemilerin İstanbul’a getirilmesiyle kahve içme âdetinin her köşede bir kahvehane açılmasıyla yaygınlaştığını, bunun üzerine bazı kahve yüklü gemilerin Şeyhülislâm Ebussud Efendi’nin fetvasıyla deldirilip yüklerinin denize döküldüğünü nakleden Kâtip Çelebi bütün bu yasaklama ve gösterilen muhalefetin bir işe yaramadığını anlatır. Kahvenin uykuyu giderici bir niteliği olduğunu ve bilhassa histerik mizaçta olanların içmemesi gerektiğini, eğer içilecekse şekerle içilmesi gerektiğini, hele kadınların mizaçları itibarıyla kahve içmelerinin çok yararlı olduğunu söyler.
Keşfü’z-Zünûn’da türlü konularda yazılmış kitaplar hakkında bilgi verirken günümüzde bize tuhaf gelebilecek bazı olaylardan ve bilimlerden de bahseden Kâtip Çelebi, “İlmü’l-hafâ” başlığı altında şunları söyler: “Bu, insanın kendisini yanında bulunanlardan nasıl gizleyeceğini öğreten bir bilimdir. Buna muvaffak olan kimse orada hazır bulunanları gördüğü halde onlar kendisini görmezler. Ben derim ki bu, sihrin şubesi olması bakımından olup keramet cihetinden değildir. Zira sihir yoluyla olabileceğinde şüphe yoktur. Keza dua ve efsun yoluyla da olabilir.”
Her konu hakkında söyleyecek bir şeyi bulunan Kâtip Çelebi Tuhfetü’l-Ahyar adlı eserinde değişik başlıklar altında ilginç konu ve kavramlarla ilgili bilgi verir, yorumlar yapar. Mesela “Gece” hakkında: “Gece, zeki insanların gündüzüdür. Geceler, belâyı örter. Gece gebedir ve ne doğuracağı bilinmez. Kısa geceler dertlerle uzar, uzunları ise sevinçlerle kısalır. Gece âşıklar için örtüdür, ne olurdu uzayıp gitseydi.” Der. İncir meyvesi hakkında ise şunları yazar: “Derler ki her ağacın meyvesi önce çiçeğinde olur; sonra meyve meydana çıkar. İncir ağacının ise çiçeği açmadan, meyvesi meydana çıkar. Adem aleyhisselam onun yaprağıyla örtündüğü için, başka ağaçlar önce yaprak sonra meyve çıkardıkları halde, incirde önce meyve, sonra yaprak çıkar.” Yine bu eserde “yazmak” ve “kitap” kavramları üzerinde duran Kâtip Çelebi, kitap kelimesinin önce yazmak anlamıyla ilgili daha sonra da kitapla ilgili düşüncelerini belirtir. Yazı yazmanın ve not almanın ve dinlediklerimizi not etmenin önemine işaret edildiği gibi yazı yazmasını bilmeyen elin hiç sayıldığı hiçe sayıldığı, çocuklarımıza yapılan en büyük iyiliğin onlara okuma yazmayı öğretmek olacağı vurgulanır. “Kendisiyle konuşup sohbet edilecek kitaptan daha iyi bir dost yoktur. Çünkü kitap insanla lisansız konuşur ve cevap da istemez” diyen Kâtip Çelebi, kitaba olan aşkını şiirlerle anlatır.
Kâtip Çelebi, eserlerinde devlet büyüklerine ve halka çeşitli tavsiyelerde de bulunur. Devlet büyüklerinin İslâmî farz ve vacipleri yerine getirmesi gerektiğini ve halkın hallerinin inceliklerine vâkıf olmalarını söyler. Yöneticiler tarih okumalı ve geçmiş zamanlarda hüküm sürmüş sultanların hallerinden hisse almalıdırlar. Dinî konularda halkı aydınlatmakla görevli bilginlerin halkın gelenek ve göreneklerine muhalif sözler söylememeleri gerektiğini, zira bunun dedikoduya ve keşmekeşe sebep olacağını belirtir. Müslümanlar Allah bir, peygamber hak, dedikten sonra bu söz üzerine durup beş vakit namazını kılmalı, haccını eda edip, zekâtlarını vermeli, yalan söylememeli, herkes kendilerinden emin olmalıdır.
İsmail Dervişoğlu