Ödünç tasavvur ve akılla bu topraklara ve bu toprakların insanına bakma sorunu keşke sadece edebiyatçıların sorunu olsaydı. Onlar, bu ülkedeki özelde 80, genelde 150 yıllık "ideolojik klonlamanın" ürünlerinden sadece biri. Resmi ideolojinin yeni bir tür elde etmek için kurduğu laboratuvarlar olan şu eğitim ("eritim" mi demeliydim?) sürecinden, içinde güçlü bir isyan ve itiraz olmadan geçen hangi fani, kendini bu klonlamadan kurtarabilir ki? Ama arada bir tatlı kazalar da olmuyor değil. Nazan Bekiroğlu ve romanı işte bu tatlı kazalardan biri.
İbretlik bir hikaye
Adı: İsimle Ateş Arasında. Bir romandan daha fazla bir şey bu. Aşk olsun Nazan Bekiroğlu'na? Zaten "aşk" olmasaydı, yazıya, sanata, estetiğe, öğrenmeye dair her şeyi içeren "meşk" de olmazdı.
Osmanlı hakkında yazmak için sadece Osmanlı'yı iyi bilmek yetmez. Osmanlı'yı Osmanlı eden değerlerin bir numaralısı olan İslam'ı da çok iyi bilmek gerek. Ama, Kur'an'sız bir İslam bilgisi de ne ola ki? Bu olsa olsa, İslam'sız Osmanlı bilgisine benzer.
İsimle Ateş Arasında yazarı, işini ciddiye almış. İslam'sız Osmanlı'nın, Kur'an'sız İslam'ın bilinemeyeceğinin farkına varmış. Bilgisini ve kültürünü romanına kendine özgü bir üslupla yansıtmış. Romanın zamanında ilerlerken yer yer yürümekte zorlansanız da, sizi sizden alıp alıp götüren sayfalar bu açığı kapatıyor.
Maksadım, roman eleştirisi yapmak değil. Esasen, edebi bir ürünün en adil ve mutedil eleştirmeni (=eleği) zamandır. Zaman, kendi kalburuna konulan şeyleri biteviye ele(ştiri)r. Zamanın kolları hiç yorulmadan bu kalburu sallar. En sonunda kimileri kalburun üstünde kalır, kimileri de altına geçer.
Ama benim asıl değinmek istediğim, bu topraklarda üretilen değerlerin, bu topraklarla irtibatının sahiciliği sorunu.
Son yıllarda tarihi romanlar hayli moda. Konusu tarih olan bir roman, sadece "bu topraklarda" üretilmekle kalmayıp, "bu topraklar hakkında" üretilmiş bir üründür. İyi de, tasavvur ve aklının bu topraklara aidiyeti kuşkulu bir yazar, bu topraklar üzerine kimin tasavvur ve aklıyla üretecektir ki? Ödünç alınmış bir tasavvur ve akılla ne kadar başarılabilir bu işler? Elbette bu, "bir kovboyun yerliler üzerine yersiz denemeleri" olmaktan öte gitmez.
Ödünç tasavvur ve akılla bu topraklara ve bu toprakların insanına bakma sorunu keşke sadece edebiyatçıların sorunu olsaydı. Onlar, bu ülkedeki özelde 80, genelde 150 yıllık "ideolojik klonlamanın" ürünlerinden sadece biri.
Resmi ideolojinin yeni bir tür elde etmek için kurduğu laboratuvarlar olan şu eğitim ("eritim" mi demeliydim?) sürecinden, içinde güçlü bir isyan ve itiraz olmadan geçen hangi fani, kendini bu klonlamadan kurtarabilir ki?
Ama arada bir tatlı kazalar da olmuyor değil. Nazan Bekiroğlu ve romanı işte bu tatlı kazalardan biri.
Roman, Osmanlı deyince ilk elde akla gelen üç beş kurumdan biri olan Yeniçeri Ocağı'nı ele alıyor. Fütuhat toprağı olan Balkanların Hıristiyan ahalisinden -tabir caizse- "zekat" olarak toplanan "pencik"lerin 400 yıl süren trajik hikayesi bu.
Yeniçeri adayı Nezuka'nın ana kucağından alınışının acıklı öyküsüyle başlıyor roman.
Yeniçerilerin Osmanlı'nın ikbal ve gücünü temsil ettiği dönemler... Yeniçeri Ocağının bozuluşunun tipik bir göstergesi olan "esame ticareti"... Asıl adı Numan olan birinin Ocak defterine kayıtlı Mansur'un ismini satın alması... Ev, evlilik, Nur, Nihade, aşk, çiçekler ve buhur...
Sonunda II. Mahmud'un milletin baştacı iken başbelası haline gelmiş olan ordunun topyekün ortadan kaldırılmasına ilişkin fermanı. Dünün gözbebeği olan ordu öylesine bir nefret odağı haline gelmiş ki, ona dair isimler, ünvarlar, libaslar ve simgeler bile yasaklanıyor. Nihayet, halkın da eline geçirdiği baltalar, nacaklar, kamalar, kılıçlarla katıldığı topyekün bir tenkil harekatı sonucunda, yeniçeri kışlalarının ateşe verilmesiyle hikaye son buluyor. Yani her şey "isimle ateş arasında" olup bitiyor.
Romanın hikayesinin en öğretici tarafı halktan kopmuş, halka yabancılaşmış bir ordunun ilelebet yaşayamayacağı gerçeği.
Yeniçeri ordusu, Osmanlı'yı cihan devleti yapan orduydu. Bu nedenle yeniçeriler kendilerinin devlet için ne denli vazgeçilmez olduklarını iyi bilirlerdi. Bu durum onlarda aşırı bir gurura ve şımarıklığa yol açtı. Ne söz dinlediler, ne hukuk. Kendilerini hukukun/şeriatın üstünde gördüler.
Devlet içinde devlet oldular.
Önceleri "milletin ordusu" idiler. Sonraları milleti "ordunun milleti" olarak gördüler.
En sonunda "millete karşı bir devlet" haline geldiler.
Dün milletin değer ve menfaatlerini savunurken, gün oldu kendi menfaatlerini milletin değer ve menfaatlerinin üstünde görmeye başladılar.
Evvelce milletin inanç ve değerlerinin güvencesiydiler. Fakat git gide milletin inanç ve değerlerini tehdit eder hale geldiler. Milletin ocağından beslenip milleti tehdit ettiler. En sonunda tehdit ettikleri millet tarafından yok edildiler.
Çok ibretlik bir hikaye değil mi? Bugün de herkesin ibret nazarlarıyla üzerinde bir kez değil, bin kez düşünmeleri gereken yaşanmış bir tarih.
Nasıl hatırlamayız Kur'an Şairi Mehmed Akif'in "İbret alınsaydı tarih tekerrür mü ederdi?" diyen çığlığını?
Bu çığlığı bize hatırlattığı için, Bekiroğlu'na bir kez daha teşekkürler.