Peygamberliğin Medine döneminde, Hudeybiye Antlaşması'ndan Mekke’nin Fethi'ne kadar yaklaşık iki yıl devam eden barış dönemi dışında Mekke müşrikleriyle ve diğer müşrik Arap kabileleriyle ilişkiler genellikle mücadele ve savaş şeklinde geçmiştir. Ancak, Kureyş müşriklerine karşı izlediği politikada Hz. Peygamber'e yardımcı olan Huzâa'nın bazı kolları ile, Cüheyne, Damre ve Gıfâr gibi antlaşma yapılan kabileleri bundan hariç tutmak gerekir. Mekke'nin Fethi, Huneyn zaferi ve ardından Arap Yarımadası'nın çeşitli bölgelerinden heyetlerin Medine'ye gelip Müslüman olmalarıyla birlikte, müşriklerle ilişkilerde büyük bir yumuşama yaşanmıştır. Bununla birlikte, Hz. Peygamber'le müşrikler arasındaki mücadele, hicretin 9. yılı sonunda müşriklerle ilişkilerde son noktanın konulmasına kadar devam etmiştir.
Müşriklerle ilişkilerde olduğu gibi, hicretin ikinci yılından sonra Müslümanlarla Yahudiler ve Hristiyanlar arasındaki ilişkilerde de savaşlar önemli yer tutmaktadır. O nedenle, burada, Hz. Peygamber'in savaşa bakış açısına temas etmek yerinde olacaktır.
Öncelikle belirtmek gerekir ki, Peygamberimiz hem Mekke ve hem de Medine döneminde insanları öğütle, delille, ikna yoluyla ve Kur’an okuyarak İslâm'a davet etmiştir. Dolayısıyla onun etrafında oluşan topluluk, zor kullanılarak bir araya getirilen insanlardan değil, bunun aksine tatlı dille, ikna yoluyla Allah’a çağrılmaları sonucu hür iradeleriyle İslâm’ı seçen kimselerden oluşmuştur. "Çünkü insan, zorla alıştırmayla, kanunlarla, kaba kuvvetle ıslah edilemez, sadece davranışı değişebilir".[254] Halbuki Hz. Peygamber'in amacı insanların sadece davranışlarını değiştirmek değil, özüne hitap ederek ıslah etmekti. Barış, sevgi ve rahmet peygamberi olan Hz. Muhammed (s.a.s.), esasında savaştan ve savaşmaktan hoşlanmazdı. İslâm’ın Mekke döneminde kendisine ve Müslümanlara düşmanlık yapan, işkence eden ve şiddet uygulayanlara aynı yolla karşı çıkmamış, onlardan intikam alma yoluna gitmemiştir. Mekke döneminde nâzil olan Kur’an-ı Kerim âyetlerinde Hz. Peygamber’e ve inananlara sürekli sabır tavsiye edilmiştir.[255] Müslümanlar maruz kaldıkları işkencelerden şikayet ettiklerinde Hz. Peygamber “Sabredin ben savaşla emrolunmadım” buyurarak onlara sabırlı ve metin olmayı öğütlemiştir.
Kur'an-ı Kerim'de başka topluluklarla ilişkilerde barış esastır. İnananlara hitaben "hep birden barışa girmeleri" emredilmektedir.[256] Eğer başkaları barışa yanaşırlarsa Hz. Peygamber'den de barışa yanaşması istenmektedir.[257] İnananlar için Allah uğrunda yola çıktıkları zaman iyice araştırma yapmaları ve kendilerine barış önerene, dünya hayatının geçici menfaatini arzulayarak "Sen mü'min değilsin" dememeleri öngörülmektedir.[258]
Barış ve barışı kabule eğilim insanın fıtratında, tabiatında bulunan olumlu nitelik ve yatkınlıklardan biridir. Kur'an-ı Kerim'de fıtrat övülür ve onun devam ettirilmesi emredilir. Hz. Muhammed (s.a.s.)'den de Allah'ın insanları hangi fıtrat üzere yaratmışsa ona çevirmesi istenir.[259] Barış kavramı bu bağlamda ele alındığında, Hz. Peygamber'in uygulamalarında barışın esas olduğunu anlamamız daha kolay olacaktır. Çünkü o, hayatı boyunca fıtratı zorlayan davranışlardan hem kendini ve hem de sahabeyi uzak tutmuştur.
Hz. Peygamber'in gayesinin barış olduğunun bir başka göstergesi de onun çeşitli vesilelelerle çevrede barışın hüküm süreceğine dair söylemiş olduğu sözlerdir. Nitekim Medine'ye gelip Müslüman olan Adiy b. Hâtim'e söylediği şu söz çok mânidardır: "Allah'a andolsun ki, çok sürmez bir kadının Kâdisiye'den devesinin üzerinde yalnız başına çıkıp Kabe'yi ziyaret edinceye kadar Allah korkusundan başka hiç bir korku duymayacağını işiteceksin".[260] Hz. Peygamber'in bu sözünü, ileride ne olup biteceğine dair gâibden haber verdiği iddia edilen rivayetler sınıfına dahil etmeye ve o şekilde değerlendirmeye kanaatimizce hiç gerek yoktur. Çünkü herşeyden önce böyle bir huzur ve barış ortamının gerçekleşmesinin sağlanması onun en büyük arzusu ve hedefiydi. Ayrıca bu konuşmanın gerçekleştiği hicrî 9. yıla kadar izlenen politika sayesinde gelinen nokta ve alınan olumlu sonuçlar da bu hedefe ulaşılacağını somut olarak göstermiştir. Aynı çizgide ve aynı hızla çalışmalar devam ederse, bir kadının tek başına Kâdisiye ile Mekke arasında emniyet içinde yolculuk yapabilmesinin hiç de imkansız olmayacağı açıktır. Bunun gerçekleşeceğini söylemek için kehânette bulunmaya da gerek yoktur. Zaten Peygamberimizin de böyle bir iddiası olmamıştır. Yukarıda söylediğimiz şekilde o, somut örneklerden hareket ederek bu sonuca varmış olmalıdır.
Peygamberimiz Mekke döneminde İslâm'ı bu şehrin dışına da silahla tanıtmamış ve kaba kuvvetle yaymamıştır. Evs ve Hazrec’in ne şekilde İslâm'a girdiğini daha önce görmüştük. Tam aksine, İslâm’ı kabul ettiklerinden dolayı Müslümanlara kılıç çekilmiştir. Hicretten sonra, tahammül etme ve boyun eğmenin yerine savaşa izin verilmiş ve hatta savaş emredilmiştir. Savaşa izin verilmesinin ve cihadın meşrû kılınmasının sebepleri şu şekilde özetlenebilir:
Meşrû savunma: Savaşa izin verilmesinin en başta gelen sebebi Müslümanların canlarını, mallarını ve namuslarını korumalarına imkan tanımaktır. Müslümanlar, Mekke’de müşriklere hoşgörülü davrandıkça, onlar azgınlıklarını, zulümlerini artırmışlardı. Bu saldırganlık hicretten sonra da devam etti. Ebû Süfyan ve Übey b. Halef, ensara bir mektup yazarak Hz. Muhammed (s.a.s.)’le kabilesinin arasından çekilmelerini istediler ve aksi takdirde kendileriyle savaşacaklarını bildirdiler. Ensar’ın bunu reddetmesi üzerine Kureyşliler münafıklara ve Yahudilere de buna benzer mektuplar yazdılar. Ebû Süfyan, küçük birliklerle Medine'ye saldırılar düzenlemeye başladı. Nitekim hicretten sekiz ay sonra iki yüz kişilik bir birlikle “Batn-ı Râbiğ” denilen yere kadar yürüdü. Bu durum, Mekke müşriklerinin iyilikten, hoşgörüden ve yumuşak davranıştan anlamadıklarını ve onların saldırılarının da hoşgörüyle önlenemeyeceğini gösteriyordu. Zora karşı zor kullanmak, kuvvete karşı kuvvetle karşılık vermek kaçınılmaz hale gelmişti. Cihada izin veren âyet-i kerîmelerin nâzil olmasıyla Müslümanlar artık canlarını ve mallarını korumak için savaşabileceklerdi. Bu âyet-i kerîmelerde mü’minlerle savaşıldığı, zulme uğradıkları, sadece Allah’a inandıkları için haksız yere yurtlarından çıkarıldıkları ifade edilmekte ve bütün bu sebeplerden dolayı kendilerine savaş konusunda izin verildiği açıklanmaktadır.[261]
İslâm davetini güvence altına almak: Allah Teâlâ’nın tüm insanlık için gönderdiği İslâm dininin yayılması gerekiyordu. Hür iradesiyle Müslüman olan kimselere, kendilerine kılıç çekenlere karşı savunma hakkı vermemek, İslâm’ın yayılmasına engel teşkil edebilirdi. Müslümanlar davete silahla engel olan müşriklere boyun eğmek zorunda bırakılırsa, bunu gören diğer insanlar, saldırılara karşı kendilerine savunma hakkı tanımayan bir dini kabul etmekten çekinirlerdi.
İnsan hakları ve din hürriyetini güvence altına almak: Hz. Muhammed (s.a.s.) nasıl ki insanları zor kullanarak İslâm'a dahil etmiyorsa, hür iradesiyle Müslüman olan kimseleri dinlerinden döndürmek için hiç kimsenin zor kullanmaya hakkı yoktu. Bu noktada zor kullanmak, insan haklarını çiğnemek ve din hürriyetini insanların elinden almak demekti.
Antlaşmaları bozanları ve hainlik yapanları cezalandırmak: Yahudilerle yapılan savaşlar, ahdi bozanları cezalandırma politikası içinde değerlendirilebilir. Medine’deki Yahudiler, Hz. Peygamber’le yaptıkları antlaşmayı kısa süre sonra ihlal etmişlerdir. Kimisi müşriklerle işbirliği içine girmiş, bu yetmiyormuş gibi kimisi de Hz. Peygamber’e süikast tertiplemiştir. Kaynukâ ve Nadîroğulları, Medine’den çekip gitmeyi kabul etmişlerdir. Bunlar sorgusuz sualsiz idam edilebilirdi. Fakat Hz. Peygamber böyle yapmamıştır. Kurayzaoğulları ise Hendek Savaşı'nda Müslümanlar aleyhine savaş suçu işledikleri için, seçtikleri hakemin verdiği karara göre idam edilmişlerdir. Bu husus “Yahudilerle İlişkiler” kısmında ele alınacaktır.
İslâm topraklarını yabancıların saldırılarından korumak: Evrensel İslâm daveti Arap Yarımadası'nın sınırlarına dayanınca dünyanın o zamanki süper güçlerinin İslâm bölgelerine yaptıkları saldırılara karşı konulmazsa, hem İslâm ve hem de Müslümanlar zarar görürdü. Nitekim İslâm dininin Arap Yarımadası'nın hemen her tarafına yayılması üzerine, daha önce Müslümanları önemsemeyen Bizans ve Sâsânî İmparatorlukları İslâm topraklarına saldırmayı planlamışlardır. Tebük Seferi ve Mûte Savaşı bu saldırıları önlemek amacıyla gerçekleştirilmiştir. Savaşı zorunlu kılan nedenler Kur'an'da açıklanmıştır.
Hz. Peygamber’in gazveleri gerek savaş taktikleri ve gerekse dinî ve siyâsî sonuçları bakımından büyük önem taşımaktadır. Onun döneminde meydana gelen çarpışmalar, dünya harp tarihinin bilinen en az kan dökülen savaşlarındandır. Yapılan bir hesaba göre (yaklaşık olarak) onun dönemindeki bütün savaşlarda Müslümanların verdiği şehit sayısı (Bi’r-i Maûne ve Recî’ Olaylarında öldürülenler hariç) 138, müşriklerin verdiği ölü sayısı da (Kurayza hariç tutulursa) 216'dır.[262] Çünkü Hz. Peygamber daima prensip olarak düşmanı yok etmeyi değil, kazanmayı tercih etmiştir.