EHL-İ SÜNNET İTİKÂTI
İmâm-ı Muhammed Gazâlî (Kimyâ-i saadet) kitabında buyuruyor ki, müslüman olan bir kimseye, ilk önce (Lâ ilâhe illallah, Muhammedün resûlullah) kelimesinin mânasını bilmek ve inanmak farzdır. Bu kelimeye (Kelime-i tevhîd) denir. Her müslümanın, kelime-i tevhîdin mânasına hiç şüphe etmeden, yalnız inanması yetişir. Bunları, delîl ile isbât etmesi ve akla uydurması farz değildir. Resûlullah, arablara, delîl ile bilmelerini ve bu delîlleri de söylemelerini, şüphelerini araştırıp, bunların çözülmesini emir buyurmadı. Yalnız inanmalarını, şüphe etmemelerini emreyledi. Herkesin böyle kısaca îman etmesi yetişir. Fakat, her şehirde birkaç din âliminin bulunması farz-ı kifâyedir. Bunların, delîlleri bilmesi, şüpheleri gidermesi, suâlleri çözmeleri vâcibdir. Bunlar, müminlerin çobanı gibidir. Bir taraftan, onlara îtikat, yâni îman bilgisi öğretir. Îtikatlarını korur. Bir taraftan da din düşmanlarının iftirâlarına cevap verirler.
Kelime-i tevhîdin mânasını, Kur'an-ı kerim bildirmekte, Resûlullah da bu bildirilenleri açıklamaktadır. Eshâb-ı kirâmın hepsi, bu açıklamaları öğrendi ve kendilerinden sonra gelenlere bildirdiler. Eshâb-ı kirâmın bildirdiklerini hiç değiştirmeden, olduğu gibi, kitaplara geçirerek bizlere ulaştıran yüksek din âlimlerine (Ehl-i sünnet) denir. Herkesin, Ehl-i sünnet îtikatını öğrenmesi, bu inançta birleşmeleri, sevişmeleri lâzımdır. Saadetin tohumu, bu îtikattır ve bu îtikatta birleşmektir.
Kelime-i tevhîdin mânasını, Ehl-i sünnet âlimleri şöyle bildiriyor: İnsanlar yok idi. Sonradan yaratıldı. İnsanların bir yaratanı vardır. Her varlığı, O yaratmıştır. Bu yaratan birdir. Ortağı, benzeri yoktur. Bir ikincisi yoktur. O, hep var idi. Varlığının başlangıcı yoktur. Hep vardır. Varlığının sonu olmaz. Yok olmaz. Onun hep var olması lâzımdır. O, yok olamaz. Varlığı kendindendir. Hiçbir sebebe ihtiyacı yoktur. Ona muhtaç olmıyan hiçbirşey yoktur. Herşeyi var eden, her vârı her an varlıkta durduran Odur. O, madde değildir. Cism değildir. Bir yerde değildir. Hiçbir maddede bulunmaz. Şekli yoktur. Ölçülmez. Nasıldır diye sorulmaz. O deyince, akla hayâle gelen herşey, O değildir. O, bunlara benzemez. Bunlar hep Onun mahlûklarıdır. O, mahlûkları gibi değildir. Akla, vehme, hayâle gelen herşeyi, O yaratmaktadır. Yukarıda, aşağıda, yanda değildir. Yeri yoktur. Her varlık, Arşın altındadır. Arş ise, Onun kudreti, kuvveti altındadır. O, Arşın üstündedir. Fakat bu, Arş Onu taşıyor demek değildir. Arş, Onun lutfu ve kudreti ile vardır. O, ezelde, sonsuz öncelerde nasıl ise, şimdi hep öyledir. Arşı yaratmadan önce nasıl idi ise, ebedî sonsuz geleceklerde de, hep öyledir. Onda değişiklik olmaz. Onun sıfatları vardır. (Sıfat-ı sübûtiyye)si sekizdir: Hayat, ilim, sem', basar, kudret, irâde, kelâm, tekvîn. Bu sıfatlarında da, hiç değişiklik olmaz. Değişiklik olmak, kusurdur. Onda kusur, noksanlık yoktur. Hiçbir mahlûkuna benzemez ise de, bu dünyada, Onu kendisinin bildirdiği kadar bilmek ve âhırette görmek olur. Burada nasıl olduğu anlaşılamadan bilinir. Orada da, anlaşılamadan görülecektir.
Allahü teâlâ, kullarına, Peygamberler gönderdi. Bu büyük insanlar vâsıtası ile kullarına, saadete ve felakete sebep olan işleri bildirdi. Peygamberlerin en yükseği, son Peygamberi olan (Muhammed)dır. Yeryüzündeki dinli dinsiz herkese, her yere, her millete Peygamber olarak gönderilmiştir. Bütün insanların, meleklerin ve cinnin Peygamberidir. Dünyanın her yerinde, herkesin, o yüce Peygambere tâbi olması, uyması lâzımdır. İmâm-ı Gazâlînin yazısı burada tamam oldu. İmâm-ı Muhammed Gazâlî, islâmın en büyük âlimlerindendir. Yüzlerce kitap yazmıştır. Kitaplarının hepsi çok kıymetlidir. Hicretin dörtyüzelli (450) senesinde Tûs, yâni Meşhed şehrinde tevellüd, 505 [m. 1111] senesinde orada vefât etti.
Büyük âlim ve mürşid-i kâmil seyyid Abdülhakîm Arvâsî buyuruyor ki: Resûlullahın üç türlü vazîfesi vardı: Birincisi, ahkâm-ı Kur'aniyyeyi, yâni îman edilecek bilgileri ve ahkâm-ı fıkhıyyeyi bütün insanlara (teblîg) etmek, bildirmek idi. Ahkâm-ı fıkhıyye, yapılması emir veya yasak edilen işlerdir. İkinci vazîfesi, Kur'an-ı azîmüşşânın ahkâm-ı maneviyyesini, yâni Allahü teâlânın zatına ve sıfatlarına âid marifetleri, yalnız ümmetinin yüksek olanlarının kalblerine akıtmaktır. Bu vazîfeyi, birinci teblîg vazîfesi ile karıştırmamalıdır. Mezhepsiz olan kimseler, bu ikinci vazîfeye inanmıyorlar. Hâlbuki, Ebû Hüreyre buyuruyor ki, (Resûlullahdan iki türlü ilim öğrendim. Bunlardan birini sizlere bildirdim. İkincisini söylersem, beni öldürürsünüz). Ebû Hüreyrenin bu sözü, (Buhârî) ve (Mişkât)da ve (Hadîka)da ve (Müjdeci Mektûblar)ın 267. mektûbunda yazılıdır. Üçüncü vazîfesi, ahkâm-ı fıkhıyyeyi, vaaz ile, nasihat ile yapmıyan müslümanlara, kuvvet kullanarak, zor ile yaptırmaktır.
Resûlullahdan sonra dört halîfeden herbiri, bu üç vazîfeyi tam olarak başardı. Hz. Hasenin imameti zamanında, fitneler, bid'atler çoğaldı. İslâmiyet üç kıtaya yayıldı. Resûlullahın nûru, yer yüzünden uzaklaştı. Sahâbe-i kiram azaldı. Bu üç vazîfeyi, bir kişi yapamaz oldu. Bu üç vazîfe, başka başka üç sınıfa ayrıldı. Üsûl ve fürû' ahkâmını teblîg vazîfesi, yâni îmanı ve ahkâm-ı fıkhiyyeyi bildirmek vazîfesi, din imamlarına, yâni müctehidlere verildi. Bu müctehidlerden îmanı bildirenlere (Mütekellimîn), fıkhı bildirenlere (Fukaha) denildi. İkinci vazîfe, yâni dileyen müslümanları, Kur'an-ı azîmüşşânın mânevî ahkâmına kavuşturmak, Ehl-i beytin oniki imamına ve tasavvuf büyüklerine verildi. Cüneyd-i Bağdâdî ve Sırrî-yi Sekatî bunlardandır. Cüneyd-i Bağdâdî, hicretin 207. senesinde tevellüd, 298 [m. 911] de Bağdâdda vefât etti. Sırrî-yi Sekatî, 251 de Bağdâdda vefât etti.
[Ehl-i sünnet âlimleri, Resûlullah efendimizin bu ikinci vazîfesini oniki imamdan öğrenerek, tasavvuf ilmini meydana getirdiler. Bazıları Evliyâya, kerâmetlere ve tasavvufa inanmıyorlar. Onların bu inanmamaları, oniki imamla ilgileri olmadığını göstermektedir. Ehl-i beytin yolunda olsalardı, Peygamberimizin bu ikinci vazîfesini oniki imamdan öğrenirler, içlerinden tasavvuf âlimleri, Velîler yetişirdi. Bunlar yetişmediği gibi, bunların bulunduğuna da inanmıyorlar. Görülüyor ki, oniki imam Ehl-i sünnetin imamlarıdır. Ehl-i beyti seven ve oniki imamın yolunda olanlar Ehl-i sünnettir. İslâm âlimi olabilmek için, Resûlullahın bu iki vazîfesinde, kendisinin vârisi olmak lâzımdır. Yâni, bu ilimlerin ikisinde de mütehassıs olmak lâzımdır. İşte böyle büyük âlimlerden biri olan Abdülganî Nablüsî, (Hadîkat-ün-nediyye) kitabının 233 ve sonraki sayfalarında ve 649. sayfasında Kur'an-ı kerimin mânevi ahkâmını gösteren hadis-i şerifleri bildirmekte, buna inanmamanın, câhillik ve nasipsizlik alâmeti olduğunu, yazmaktadır. ]
Üçüncü vazîfe, yâni ahkâm-ı dîniyyeyi kuvvet ile, satvet ve saltanat ile yaptırmak işi, meliklere ve sultânlara, yâni hükûmetlere verildi. Birinci sınıfın kısmlarına (Mezhep), ikincisinin kısmlarına (Tarîkat), üçüncüsüne de (Kanûn) denildi. Îmanı bildiren mezheplere (Îtikatta mezhep) denir. Îtikat mezheplerinin yetmişüçe ayrılacağını, bunlardan yalnız birinin doğru, ötekilerinin bozuk olacağını, Peygamberimiz haber vermişti. Öyle de oldu. Doğru yolda olduğu müjdelenen fırkaya, (Ehl-i sünnet velcemâ'at) mezhebi denir. Yanlış oldukları bildirilen yetmişiki fırkaya (Bid'at fırkaları), yâni sapık denir. Bunların hiçbiri kâfir değildir. Hepsine müslüman denir. Fakat yetmişiki mezhepten herhangi birinde bulunduğunu söyliyen bir kimse, Kur'an-ı kerimde veya hadis-i şeriflerde açıkça bildirilmiş ve müslümanlar arasına yayılmış bilgilerden birine inanmazsa, kâfir olur. Şimdi, (Ehl-i sünnet) mezhebinden çıkarak sapık veya kâfir olmuş, müslüman adını taşıyan kimseler çoktur. Abdülhakîm Efendi hazretlerinin yazısı burada tamam oldu. Kendisi hicretin binikiyüzseksenbir (1281) senesinde Başkal'ada tevellüd ve 1362 [m. 1943] senesinde Ankarada vefât etti.