İnsan “kelime”lerle, “kavram”larla, “imaj”larla düşünür. "Kelime" ile “kavram” arasındaki fark bilinmeden düşünme yeteneği bilimsel bilgileri ve fikirleri ifade etmekte yetersiz kalır. “Kelime”, “yazı”dan önce “konuşma” dilinin icadı idi. Hâlâ öyledir. “Kavram” ise “insan aklı”nın buluşlarındandır. Bilimsel konuşmalar ve yazılarda esas olan, kelimeler değil kavramlardır.
Düşünen ve düşünmeyi seven aydınlar, yıllardan beri, Türkçemizin yozlaştırıldığından ve toplumun bir “kavram kargaşası”na sürüklendiğinden yakınıyorlar.
Doğru söylüyorlar.
Siyasal hayatımızdaki bunalımın nedenlerinden biri de budur.
Yalnız siyasal hayatımız mı?
“Bilim” hayatımızdaki manzara da bu yönden tehlike altındadır. Filozof’un hakkı var: “Çirkin, her alanda geriye doğru tekâmül eder” diyor... Bizde de aşina olduğumuz ve topluma mâlolmuş bir söz var: “Bu cehalet ancak tahsil ile mümkündür...”
Dil ve kavram cehaleti sadece toplumun genel düşünce hayatını bozmakla kalmıyor. Bugünkü Türkiye’yi “çok ciddi bir mesele” olarak “manevi hayatın” özellikle dini konularda “kitlesel tartışmalar”a, “kitlesel ayrışımlar”a yönlendirilmesine de sebep oluyor. Çünkü bu konularda din bilginleri, din adamları, “temel kavramlar” üzerinde anlaşamıyor, birleşemiyorlar.
“Kur’an tercümeleri”, “Ayet mânâları”, “Hadis açıklamaları” konularında farklı tercümeler yapılıyor. Dil bizim dilimiz. Ama kelimeleri kullanmakta ve yerleştirmekte hatta anlamak ve anlatmakta önemli farklılıklar var...
Çok iyi Arapça bilmek ama Türkçe’yi de ileri derecede bilmeksizin yapılan çeviriler de büyük yanlışlığa neden oluyor. Bugünkü Türkçe alfabemizin yeni işaretlere ihtiyacı var. Adamın biri tutturuyor: “Efendim bu kelime, bu ıstılah böyle kullanılmaz... İlle de ayn’ları çatlatacaksın!..” Peki, nasıl yazacaksın?.. “Adalet” kavramını/kelimesini yaz bakalım. “Adalet” olmaz, “Adâlet” de olmaz... Ben “adaalet” yazıyorum. “Yooo o da olmaz!..” Peki ne olur?.. Cevap yok...
Bu nedenle konuşurken “maalûm” yerine “me-agh-lûm” derseniz neredeyse din dışına itilmiş olacaksınız...
Efendim bir kaç kelimeden mânâ çıkarılmaz. Çıkarılır. Çünkü çıkarıyorlar...
Şu, “tarikat”, “cema’at” tartışmalarına bakınız. “Tasavvuf” kavramının felsefi, mistik mânâsı ve geleneksel, tecrübi bilgileri kafalarda yer tutsaydı, bu çelişmeler ortaya çıkar mıydı? “Din” ve “tarikat” konuları böylesine “siyaset”, “ticaret” ve “istismar” konusu olur muydu?..
Anlamıyorlar, okumuyorlar, bilmiyorlar... Ya da kasıtlı olarak, çıkar hesaplarıyla bile bile insanları kandırıyorlar... “Mevlâna” hangi cemaati kurup, önüne düşüp ticari şirketler kurmuştur?.. “Yunus Emre” cemaat mi oluşturmuştu?.. Türk toplumunun “aziz”lerinden hangisi peşine kitleleri takıp, devlete kafa tutmuştur?.. Hangi evliyanın şuraya ya da buraya defnedilmesi için tartışmalar olmuştu?.. Hangi padişah, hangi devlet, kendisine rakip bir “şeyh”e imkân vermişti?..
Yalan söylüyorlar. Okumuyorlar. Fuad Köprülü’nün, Abdülbaki Gölpınarlı’nın Prof. Dr. Hilmi Ziya Ülken’in eserleri dururken bir gazetenin köşe yazarının irşadları(!) ile mi “tasavvuf” öğrenilir ya da öğretilir?.. Genç yaşta kaybettiğimiz değerli psikoloji profesörü “Erol Güngör”ün “Türk Tasavvufunun Meseleleri” isimli eserini bunların hangisi okuyup bir şeyler anlayabilmişlerdir?
Kimse bu halkı kandırmasın... Tek cümleyle gerçeği söyleyelim: Efendiler, şeyhler, müridler ; tasavvuf bireysel bir ruhi tecrübedir. Asla kitlesel, toplumsal hele hele siyasal bir olgu değildir.