Bismillâhirrahmânirrahîm
Hamd âlemlerin Rabbi Allâh’a mahsustur.
Ancak O’na kulluk eder, ancak O’ndan yardım dileriz.
İçerisinde âlemlere şifâ, hidâyet, rahmet ve öğüt bulunan
mubârek Kur’ân’ın kendisine indirildiği ve âlemlere rahmet olarak
gönderilmiş olan
Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafâ efendimize salât ve selâm olsun…
Âlemlerin Rabbi Yüce Allâh’ın, celle celâluhu, Rahmet ve Bereketi üzerinize
olsun…
Bismillâhirrahmânirrahîm…
Ve onlar ki, "Ey Rabbimiz!" diye niyâz ederler, "Bize göz nûru olacak eşler
ve çocuklar bahşet; bizi Sana karşı sorumluluk bilinci taşıyan kimseler için
örnek ve öncü yap!"
(25 Furqân 74)
Bismillâhirrahmânirrahîm…
Sizi [hepinizi] bir tek candan yaratan, Ve [sevgiyle] kadına meyletsin diye
ona kendi özünden eş var edip çıkaran O'dur. Öyle ki, o eşini kucaklayınca,
eşi [ilkin] hafif bir yük yüklenir ve bir süre taşır o yükü. Sonra [kadın]
gün gelip [çocuğun yüküyle] iyice ağırlaşınca, her ikisi birden Allâh'a,
Rablerine yalvarırlar: "Bize gerçekten kusursuz bir [çocuk] bahşedersen,
muhakkak ki sana şükreden kimselerden olacağız!"
(7 A’râf 189)
Bismillâhirrahmânirrahîm…
"Ey Rabbimiz, bizi Sana teslim olanlardan kıl ve bizim soyumuzdan Sana
teslim olacak bir topluluk çıkar, bize ibâdet yollarını göster ve tevbemizi
kabul et: şüphesiz yalnız Sensin Tevbeleri Kabul Eden, Rahmet
Dağıtan/Tevvâb, Rahîm!"
(2 Baqara 128)
Bismillâhirrahmânirrahîm…
[O halde] Ey Rabbim, beni ve soyumdan gelen insanları namazda/salâtta
devamlı ve duyarlı kıl!
(14 İbrâhîm 40)
Bismillâhirrahmânirrahîm…
İmdi, insana emrettiğimiz [fiillerin en güzellerinden biri,] anne-babasına
karşı iyi davranmasıdır. Annesi onu zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu;
annesinin onu taşıması, onun anneye bağımlılığı otuz ayı buldu. Nihayet tam
olgunluğa erişip kırk yaşına vardığında o, [dürüst ve erdemli biri olarak],
"Ey Rabbim!" diye yakarır, "Bana ve anne-babama lütfettiğin nimetler için
ebediyyen şükretmemi ve Senin kabulüne mazhar olacak [şekilde] doğru ve
yararlı şeyler yapmamı nasip et; benim soyuma [da] iyilik bağışla. Gerçek şu
ki pişmanlık içinde Sana döndüm: elbette ben Sana teslim olanlardanım!"
(46 Ahqâf 15)
… ve günlerden bir gün –Âlemlerin Rabbi Yüce Allâh, celle celâluhu, öyle
takdîr buyurmuşsa eğer – her Mü’min ve Mü’mine Müslüman, ana-baba olmanın o
tadına doyum olmaz büyük heyecanını ve zevkini tadar.
Minik yavru, kulağına okunan Ezân-ı Muhammedî, Kelime-i Tevhîd ve Kelime-i
Şahâdet ile birlikte açar fânî dünyaya gözlerini.
Sonra ana-babaya inanılmayacak kadar uzun, dede-nineye ve emsalleri
yaşlılara inanılmayacak kadar kısa gelen bir süre içinde, sıkıntıları,
korkuları, endişeleri ve daha nice meşakkati, huzur ve mutluluk veren
anlarla iğne oyası misâli bezeyerek, serpilip gelişir bebek, biiznillâh.
… ve yine günlerden bir gün –Âlemlerin Rabbi Yüce Allâh, celle celâluhu,
öyle takdîr buyurmuşsa eğer – bebek olmak çıkıp, iyice ayaklanır, tatlı
tatlı dillenir, bir güzel çocuk oluverir, biiznillâh.
İşte o gün yepyeni bir heyecanın, çok büyük bir gayretin, yaman bir cihâdın
kapısı açılıverir ana-babaya: Müslüman bir evlât yetiştirebilmek – hem de en
hasından, âlâsından bir Ehl-i Takvâ adayı!
İşe önce “Allâh!”, celle celâluhu, dedirtmekle başlanır genellikle. Sonra
“Bismillâh”, “Elhamdulillâh” demenin yeri ve zamanı öğretilir. Bunu Hz.
Peygamber’in, ‘aleyhissalâtu vesselâm, meşhur yemek dûası takip eder ve
hemen arkasından da, halk arasında “Namaz Sureleri” tesmiye edilen kısa
Mekkî surelerin birbiri ardınca ezberletilmesi gelir. Bazı ana-babalar,
biraz daha da ileri giderek, binbir meşakkat çekerek ve de besbelli ki
çektirerek, ‘şıklık olsun’ diye Esmâ-i Husnâ’nın doksandokuzunu birden
ezberlettirirler minik Müslüman yavruya.
Önce aile büyüklerinin, sonra da eş-dost akrabanın, gönüllü mümeyyiz hey’eti
ihdâs edildikleri aile toplantılarında “Maşaallâh!”lar, “Bârekallâh!”lar ve
de “Âferin!”lerle bol bol teşvik derlenir, hatta dûa desteği sağlanır
Müslüman bir evlât yetiştirme cihâdına {Bu arada kimse, ama hiç kimse, minik
Müslümanın “Pembe Panter”, “Barbie Bebek”, “Örümcek Adam”, “Tom ve Jerry” ve
benzerlerinin isim ve dahi Rabbiyessiri silinmiş suretleriyle “süslü”(!) bir
ucûbe kıyafete bürünmüş olmasından en ufak bir rahatszılık duymaz! Dahası bu
acaîb durumun farkına bile varmaz!}.
… ve bir gün gelir, artık, Âlemlerin Rabbi Yüce Allâh’ın, celle celâluhu,
dînin direği ve Hz. Peygamber’in, ‘aleyhissalâtu vesselâm, gözünün nûru
olan, o ibâdet etme şekillerinin şâhı, mubârek namazın öğretilmesi farz
olur.
İşte asıl meşakkat burada başlar!
Kimi ana-baba bu son derece zor ama bir o kadar da zevkli çabayı kendi
üstlenir.
Kimi de bu görevi, kendini fazla yormadan, kestirmeden, en yakın camide,
muhterem imam efendi tarafından, mahallenin bilumum ehl-i İslâm ailelerinin
çocuklarına muntazaman – ama o da ancak resmî makamların uygun gördükleri
yaşta ve zaman diliminde, ki genellikle bu “iş” için tatil dönemleri tercih
edilir - verilmekte olan “Kur’ân Kursları”na havale eder.
Yetişmekte olan Müslüman yavru, bir kez “Kur’ân Kursu”na gitmeye başlayınca,
ana-babası derin ve rahat bir nefes alır. Kuşku yok, imam efendi, bu konuda
öğrenmesi gereken her ne varsa, hatta belki de cabasını, mutlaka
öğretecektir talebesine. İşte tam bu noktada, yetişmekte olan minik
Müslümanın ille de muhatabı olduğu (ama ne hazindir ki asla müdahil
olamadığı!) genellikle sözsüz, ama bazen söze de dökülen ve sağlam bir
musafaha ile pekiştirilen geleneksel bir anlaşma girer devreye: “Eti senin,
kemiği benim…”! Bazı imam efendiler, bu anlaşmayı mecâzî olarak algılar,
öyle bilir ve de ona göre davranır – ki, hiç kuşkusuz, doğru olan da budur.
Ama bazı imam efendiler ise, mecâza değil zâhire/lâfza itibar ederler
MUNİB ENGİN NOYAN