Birincisi, sen tamamen kişisel yorumuna göre kadının kocasının sözünden çıkmaması, nikah düşen erkeklerden kaçması, sesini yabancı erkeklere duyurmaması vs. gerektiğini söylüyorsun zannımca. Zaten "savunuyorum" diyorsun. İslâmiyet kişisel yorumlarla uygulanmaz arkadaşım. Ben kadının özel dönemlerinde dua edemeyeceğini söylemedim; bilâkis dua etmesi hoş bir durumdur. Hatta eğer etrafındaki insanlar arasında bir dedikoduya ya da bir fitneye sebep olacaksa bunu engellemek için Kur'an'a dokunabilr de onu okuyabilir de. Ama normal şartlar altında kadın bu dönemde namaz kılamaz, oruç tutamaz, tavaf yapamaz, Kur'an okuyamaz vs.
Ayrıca ben burada söylediğim kuralların hepsini azami ölçüde uygulamaya çalışsam da bulunduğumuz ortamlar (üniversite, caddeler, iş yerleri vs.) gereği elimde olmayan sebeplerden dolayı uygulayamıyorum. Kaldı ki benim uymadığımı nereden biliyorsun? Hem günümüzdeki toplum ve bulunduğumuz ortamlardan ötürü bu kurallar istesek de uyamıyoruz diye bu kurallar geçerliliğini yitirmezler arkadaşım.
Süleyman ATEŞ benim için bağlayıcı değildir arkadaşım. Bana belli bir şahsın kaynağından ispat gösterme. Bana herkes tarafından kabul görmüş genel bir kaynaktan ispat göster. Çünkü Süleyman ATEŞ de kişisel yorumlarını bu tür açıklamaların içine çokça karıştıran kişilerdendir.
Diyanet İslâm İlmihali'nde cuma namazının hükmü konusunda yer alanlar aynen aşağıdaki gibidir:
Cuma Namazının Vücûb Şartları
Bir kimseye cuma namazının farz olması, o kimsede vakit namazlarının
farz olması için aranan şartlardan başka şu şartların da bulunmasına bağlıdır:
1. Erkek olmak
Cuma namazı erkeklere farz olup kadınlara farz değildir. Bu konuda bütün
fakihler görüş birliği etmiştir. Fakat kadınlar da camiye gelip cuma namazı
kılsalar, bu namazları sahih (geçerli) olur ve artık o gün ayrıca öğle
namazı kılmazlar.
Cuma namazı kılmayı emreden âyet genel içerikli olduğu halde kadınların
niçin cuma namazı kılmadıkları hatıra gelebilir. Çok fazla teknik ayrıntıya
girmeden bir iki nokta üzerinde durarak bu konuya açıklık getirmeye
çalışalım. Burada gözden kaçırılmaması gereken hususların başında konunun
Arap dilinin özelliği ile ilgisi gelmektedir. Arap dilinde erkek ve kadına
yapılan hitap kalıbı birbirinden farklıdır. Kadınlara yapılan hitabın içinde
erkeklerin bulunması, dilin yapısı bakımından imkânsızdır. Kadınlara yapılan
hitap, sadece ve sadece kadınlara yapılmış bir hitaptır. Buna mukabil,
erkeklere yönelik hitabın kapsamına kadınların girip girmediği, yani bu hitabın
kadınlara da yönelik olup olamayacağı, dilciler arasında tartışmalı bir
konudur.
Kimi dilciler erkeklere yönelik hitabın içerisine kadınların girmediğini,
kimileri de girdiğini söylemişlerdir. Dilcilerin bu farklı iki kanaati, usulcülerin,
o tür âyetlerin, yani erkeklere yönelik hitap içeren âyetlerin anlaşılmasında
ister istemez etkili olmuştur. Kimi usulcüler, erkeklere yönelik hitabın
içerisine kadınların dahil olmadığı yönündeki anlayışı kabul etmişler ve
âyetleri bu doğrultuda anlamlandırıp, onlardan hüküm çıkarmışlardır. Bu
anlayışa göre, erkeklere yönelik hitabın içerisine kadınlar dil kuralları gereği,
girmezler. Fakat bazı dil dışı karîneler sebebiyle, erkeklere yönelik hitaba
kadınlar da dahil olur. Bu dil dışı karînelerin başında, getirilen hükmün anlamı
ve mahiyeti ile bu hükmün içerik bakımından erkek-kadın farkı dikkate
alınacak türden olup olmadığı gelmektedir. Bu farklılık, tabii ki bir cinsiyet
ayırımından değil, aksine fizikî yapı ile toplumsal statü ve buna bağlı olarak
haklar ve sorumluluklar dengesinden kaynaklanan bir farklılıktır.
Kimi usulcüler ise dilcilerin öteki kanaatini esas alarak ve kural olarak, erkekler
hitabının içerisine kadınların da girdiğini, fakat cuma namazı gibi bazı
konularda, birtakım haricî karîneler ile kadınların hitap kapsamı dışında tutulacağını ileri sürmüşlerdir. Kadınların hitap kapsamı dışına alınmasına gerekçe
olan hâricî karîneler cümlesinden olmak üzere, o dönemdeki kadın telakkisi,
kadının ailedeki görev ve sorumluluklarına ve cemaat kavramı ve dayanışması
içerisinde kadınların yerine ilişkin anlayış gösterilebilir. Her hâlükârda, kadınların
cuma namazı kılmakla yükümlü olup olmadıkları meselesi, sonucu bakımından
dinî bir mesele olmakla beraber, bu sonuca ulaşmanın başlangıç ve
hareket noktası bakımından öncelikle bir dil ve teâmül meselesidir. Bu itibarla,
meseleyi tabii zemininin dışına çıkarıp abartmak ve Türkçemizde erkeklere
hitap ile kadınlara hitap arasında dilin yapısı bakımından böyle bir ayırımın
bulunmayışının sağladığı rahatlıktan yararlanarak "Allah, 'Ey inananlar, cuma
için çağrı yapıldığı vakit, zikre yani cuma namazına koşun' diyor, kadınlar da
inananlar grubunda olduğuna göre onların da gitmesi gerekir" demek, kolaycılık
olması bir yana meseleyi saptırmak anlamına gelir ve bu tutum yarar yerine
zarar verir. Belirtmek gerekir ki, dilcilerin ve bağlı olarak usulcülerin görüşlerinden
her ikisine göre de, başlangıçtan beri kadınların cuma namazı ile
mükellef olmadıkları sonucuna ulaşılmıştır. Hâricî karîneler meselesini tüm
detaylarıyla burada açıklamak yerine, bahsedeceğimiz ikinci nokta çerçevesinde
ele almak yeterli olacaktır.
Bu meselede dikkate alınması gereken ikinci nokta, Hz. Peygamber'in
uygulamasına ve on dört asırlık geleneğin durumuna bakılmasıdır. Hz. Peygamber'in,
kadınları cuma namazı kılmakla yükümlü tutup tutmadığının
bilinmesi, başlı başına bağlayıcı olmasının yanında, aynı zamanda, belirleyici
bir karîne değerine de sahip olacaktır. İlk dönemlere ilişkin bütün literatür,
kadınların zaman zaman cuma namazına katıldıklarını, fakat Hz. Peygamber'in
kadınları cuma namazı kılmakla yükümlü tutmadığını çok açık ve
net bir şekilde ortaya koymaktadır. Ayrıca Hz. Peygamber'in cuma namazının
kadın, çocuk, hasta ve köle dışında, cemaat içerisinde bulunan her
müslümana farz olduğunu bildiren bir sözü de bulunmaktadır (Ebû Dâvûd, I,
280; Hâkim, I, 425). Hz. Peygamber'in bu söz ve uygulaması, kadınların
genel hitap içerisinde yer aldığı görüşünü öne sürenler tarafından hâricî bir
karîne olarak değerlendirilmiş ve âyetin genel ifadesini daralttığı söylenmiştir.
Öte yandan, on dört asırlık süreç içerisinde, kadınların cuma namazı
kılması gerektiğini söyleyen hiçbir âlim çıkmamıştır. Bu durum, kadınların
cuma namazı kılmakla yükümlü olmadıkları konusunda bir icmâ gerçekleştiğini
göstermektedir. Fakat bizim asıl söylemek istediğimiz böyle bir icmâın
bulunması değil, belki ilâve olarak, hiçbir toplumda, hiçbir kültürde ve Sünnî
veya gayr-i Sünnî hiçbir mezhepte farklı bir görüşün ortaya çıkmamış olmasıdır.
Dinin ve dindarlığın simgesi olan ve belli bir biçimsellik hatta sembolizm
taşıyan ibadetler, zaman ve zemin değişmesinden etkilenmezler. Bu onların
mahiyetinden ileri gelir. Çünkü salt ibadet olan merasimlerin değişmesi, bir
anlamda dinin değişmesi, yozlaşması sonucuna götürür. Salt ibadet olmamakla
birlikte genel anlamda ibadet içerikli konularda bir ihtiyat payı ile
hareket etmek uygun olmakla birlikte, uygulamasında birtakım güçlükler
ortaya çıkmışsa veya uygulanması, konuluş espri ve amacıyla çelişir hale
gelmişse, bu takdirde özü korumak üzere lüzumlu yeni düzenlemelerin yapılması
gerekli hale gelebilir.
Sonuç olarak, kadınların cuma namazı kılması konusunda bir serbestlik
vardır; müsait zaman ve zemin bulan kadınlar cuma namazı kılabilirler. Bu
durum, dinin onlara tanıdığı bir muafiyettir. Dinî yükümlülükten muafiyetin
ayırım olarak algılanmasının yanlışlığı kadar böyle bir ilâve yükümlülüğün
kadınlara ne kazandıracağı hususu da üzerinde düşünülmeye değer bir husustur.
Fakat cuma namazını kadınlara farz haline getirerek onları cuma
namazı kılmaya mecbur etmek, hiçbir sebeple olmasa bile, asırlarca süregelen
geleneği gereksiz yere ve haksız olarak hiçe saymak olduğu için yanlıştır
ve asılsızdır.
NOT: Buradaki diğer şartları almadım, sadece konunun bizi ilgilendiren kısmını alıntıladım.
Aynı şekilde, yine Diyanet İslâm İlmihali'nde kadınların camide ve ya cemaatle namaz kılarken neden nerede ve nasıl duracakları da şu şekilde açıklanıyor:
Kadınların Mescidlere Gitmeleri ve Saf Düzeni
Hz. Peygamber kadınların mescide gelebileceklerini, ancak evdeki ibadetlerinin
daha üstün olduğunu çeşitli vesilelerle dile getirmiştir. Bu konuya
ilişkin hadislerden bazıları şöyledir:
"Kadınların mescidlere gitmesine engel olmayın. Fakat evleri onlar için
daha hayırlıdır" (Müslim, “Salât”, 134-137; Şevkânî, Neylü'l-evtâr, III, 148-
149).
"Kadınlarınız gece mescide gitmek için sizden izin istediklerinde onlara
izin verin" (Tecrîd-i Sarîh Tercümesi, II, 944-945; Müslim, “Salât”, 139).
"Kadınlar cemaate katılmak istedikleri zaman, koku sürünmesinler"
(Müslim, “Salât”, 141-142).
Hz. Peygamber döneminde kadınların sabah namazına gittiklerine dair
rivayetler yanında, Hz. Peygamber'in kadınları bayram namazına katılmaya
teşvik ettiğine dair rivayetler de bulunmaktadır (Tecrîd-i Sarîh Tercümesi, I,
98-99; II, 222-223, 311, 510-511, 891). Bu hadislerden birinde Hz. Peygamber
şöyle buyurmuştur: "Henüz kocaya gitmemiş genç kızlar, perde arkasında
yaşayan kadınlar (zevâtü hudûr) ve hayızlı kadınlar evlerinden
çıksınlar; hayır ve müminlerin duasına (davet) şahit olsunlar. Hayızlı kadınlar,
namaz kılınan yerden uzak dursunlar" (Tecrîd-i Sarîh Tercümesi, I, 234-
235).
Farz namazların camide cemaatle kılınması daha faziletli olmakla birlikte,
klasik dönemde fitne endişesiyle kadınların camiye gitmesine pek sıcak
bakılmamıştır. Ebû Hanîfe serkeşlerin, kötü niyetli kimselerin uykuda
olması sebebiyle güvenlikli vakit olduğu düşüncesiyle, yaşlı kadınların sabah,
akşam ve yatsı namazlarında camiye gitmelerinde bir sakınca görmemiştir.
Ebû Yûsuf ve Muhammed'e göre ise yaşlı kadınlar bütün vakit namazlarında
camiye gidebilirler. Sonraki Hanefî fakihlerine göre ise zamanın
bozulması ve fıskın ortaya çıkması sebebiyle yaşlı da olsalar kadınların
cuma ve bayram namazlarına gitmeleri mekruh görülmüştür. Şâfiî ve Hanbelîler
ise, ister genç ister yaşlı olsun güzel ve gösterişli kadınların,
Mâlikîler'e göre de erkeklerin ilgi duymadığı yaşlı kadınların bile cemaatle
namaz kılmak üzere camiye gitmeleri mekruhtur.
Günümüzde ve ülkemizde sokaklar örtülü, örtüsüz kadınlarla dolup taşmaktadır.
Bu durumda örtülü kadınların camiye gelmeleri fitneye sebep
gösterilemez. Aksine cemaatle namaz, çocukların eğitiminden birinci derecede
sorumlu olan annelerin ve anne adaylarının dinî bilgi ve şuurlarını
takviye eder.
Saf Düzeni ve Kadının Namazda Erkeğin Hizasında Bulunması
Kadınların cemaatle namazdaki saf düzeni ve erkeklerde aynı safta veya
hizada olması, ilmihallerde "muhâzâtü'n-nisâ" terimiyle ifade edilir.
İmama uyacak kişi sadece bir erkek kişi ise imamın sağına durur. Soluna
ve arkasına durmak sünnete aykırı olduğu için mekruhtur. İmama
uyanlar birden çok iseler imamın arkasına dururlar. İmama uyacak kişi tek
kadın ise imamın arkasına durur. Cemaat çoğalıp saf teşkil edilecek ise saf
düzeni, önce erkekler safı, onun arkasında çocuklar safı ve onun arkasında
kadınlar safı olacak şekilde yapılır.
Kadınların cemaate katılmaları durumunda saf düzenine riayet edilmesi
gerektiği hususunda âlimlerin görüş birliği vardır. Buna göre kadınların,
safın en gerisinde, erkeklerin -varsa çocukların- arkasında namaza durmaları
gerektiği söylenmiştir.
Bu şekildeki uygulamanın, kadınların aşağılandığı ve "ikinci sınıf" konumuna
indirgendiği anlamına alınması doğru değildir. Bu uygulama ile
kadınlar camilerin dışına atılmış olmadığı gibi Allah'ın huzurundan uzaklaştırılmış
da değildir. Namaz nerede kılınırsa kılınsın namaz kılan kimse Allah'ın
huzurundadır. Sadece herkesin anlayabileceği tabii, fıtrî birtakım sebepler
yüzünden kadınların arka saflarda durması önerilmiştir. Bu şekildeki
saf düzeni hem kendilerinin, hem de camideki erkek cemaatin daha huşû ve
sükûn içerisinde namaz kılması için oldukça yerinde bir uygulamadır. Bu
durumda kadınlar emre itaat etmiş olmaları sebebiyle ilk safın sevabından
mahrum da olmazlar. Zaten cemaatle namazda ilk safın daha faziletli görülmesi,
biraz da cemaatin dağınıklığını önlemeye, saf düzeninde disiplini
sağlamaya mâtuf bir tedbirdir.
Hz. Peygamber'in uygulamasına uygun olarak erkeklerin selâm verir
vermez kalkmamaları, biraz beklemeleri yerinde olur. Ümmü Seleme'nin
bildirdiğine göre, Hz. Peygamber selâm verince kadınlar, Hz. Peygamber
selâmı tamamlar tamamlamaz kalkarlar; Hz. Peygamber de ağırdan alır,
kalkmadan önce birazcık beklerdi (bk. Tecrîd-i Sarîh Tercümesi, II, 891).
Özellikle Hanefî bilginler, saf düzenine uyulmasını sağlamak ve uygunsuz
durumların ortaya çıkmasını engellemek için, cemaatle kılınan namazda,
kadının erkeğin hizasında durarak namaz kılması durumunda, erkeğin
namazının sahih olmayacağını söylemişlerdir. Daha açık söylemek gerekirse
bir kadın erkek safları arasında namaz kılacak olsa kadının iki yanındaki
birer erkeğin ve kadının tam arkasındaki bir erkeğin namazı bozulur,
ötekilerin namazı bozulmaz. Hanefîler'e göre bu durumda namazın bozulmasının
nedeni, duruş düzeni (tertîbü'l-makam) farzının terkedilmiş olmasıdır.
Nitekim imama uyan kimse imamın önüne geçecek olursa, duruş düzenini
ihlâl ettiği için namazı bozulur.
Cenaze namazı, mutlak namaz olmadığı için cenaze namazında kadınların
erkeklerle aynı hizada bulunması namaza zarar vermez. Namazda kahkaha ile
gülmek abdesti bozduğu halde, cenaze namazında gülmenin abdesti bozmaması,
cenaze namazının bu özelliğiyle de bağlantılıdır. Ancak cenaze namazında
da sünnet olan saf düzeni, kadınların arkada olmalarıyla gerçekleşir.
Yine yönelinen cihetlerin farklı olması durumunda, Kâbe'nin içerisinde
de muhâzât sorunu yoktur. Çünkü farklı yönlere yönelme durumunda
muhâzât söz konusu olmaz.
Duruş düzeninde kadınların yerini belirleyen "Kadınları Allah'ın koyduğu
yere, arka saflara yerleştirin" (ahhirühünne, haysü ahharahünnellâh [bk. Zeylaî, II,
36]) ve "Kadınların saflarının en şerli olanı ilk saftır" (şerru sufûfi'n-nisâ
evvelüha [bk. Müsned, II, 336]) gibi hadisler rivayet açısından kuvvetli olmadığı
gibi, konuya delâleti de açık ve kuvvetli değildir. Hanefîler prensip olarak
namazın farzlarının ancak yakîn ve kesinlik ifade eden yollarla sabit olabileceğini
kabul ederken, bu muhâzât meselesinde, yani cemaatle namaza duruş
düzeninin belirlenmesinde, yakîn ifade etmeyen haber-i vâhidlerle amel etmişlerdir.
Çünkü duruş düzeni, cemaat namazının farzlarındandır ve cemaat
namazının kendisi sünnetle sabit olmuştur. Bu bakımdan onun farzlarının
kesinlik ifade etmeyen sünnetle sabit olması mümkündür.
Şâfiî ise kadının erkek hizasında namaza durmasının (muhâzât) erkeğin
namazına zarar vermeyeceği görüşündedir. Çünkü bu konuda söylenebilecek
en ileri nokta, kadınların aynı hizada bulunmaları durumunda, saf tutmanın
gerçekleşemeyeceğidir. Saf tutmanın, farz değil sünnet olduğu düşünülürse,
bunun da fazla bir önemi olmadığı görülür.
Mezheplerin bu konudaki görüşleri ve gerekçeleri incelendiğinde kadınların
erkeklerle aynı safta bulunup bulunmayacakları konusunun esas itibariyle
dinî bir mesele olmayıp, doğal ve örfî nedenlere dayandığı ve namazda
huzurun sağlanmasının hedeflendiği görülmektedir.