Medya neden abartıyor?
BUNU sadece medya olarak değil de, bir kesim olarak ifade etmek daha doğru olur. Allah’a, dine, madde ötesine inanmayan veya inancı gevşek olan bir kısım insanlar, devamlı bir bekleyiş içinde oluyorlar ve Auguste Comte’un yıllarca önce ileri sürdüğü kehanetinin; yani dinin yerini bilimin alacağı günün gelmesini bekliyorlar. İlim adamları bir buluş yaptıklarında veya bilim ile teknolojinin elele vererek insanın aya ayak basması gibi bir olayı gerçekleştirdiğinde heyecana kapılıyor ve “Acaba o gün geldi mi, artık dinden kurtulmanın kesin bir kanıtını bulduk mu?” diye sormaya, bazıları da “Bulduk, bulduk!” diye çığlıklar atmaya başlıyorlar. Genetik biliminde yaşanan son gelişmeler sonucunda da, buna benzer psikolojik haller ve heyecanlar yaşanıyor. Medyada yazılan çizilen abartılı haberler de bu psikolojinin bir yansımasıdır.
İnsan kopyalamanın sakıncaları[/u]
EN BAŞTA, insan kopyalaması sanıldığı ya da iddia edildiği gibi, biyoteknik açıdan dahi pürüzsüz ve sorunsuzca içinden çıkılabilecek bir iş değildir. Dolly’den ve başka kopyalardan ortaya çıkan gerçek şu ki, kopyalama sûretiyle husule gelen yavrularda doğuştan birtakım bozukluklar meydana gelmektedir. Söz gelimi, karaciğeri büyük olur, kalbi delik olur, beyni problemli olur, kısacası sakatlıklar olur; nitekim hayvan kopyalamada bunların olduğu görülmüştür. Normal yollardan doğan bir bebekte bozukluk oranı % 2-3; sağlıklı doğum oranı ise % 97-98’dir. Buna karşılık, hayvanlarda yapılan kopyalama çalışmalarında bozukluk oranı, % 50’den fazla olmaktadır. Bunun insana tatbik edildiğini düşündüğümüzde, kopya yapılacak olan insanın % 50’sinin bile bile sakat çocuk olmasına göz yumulmuş olacağını söyleyebiliriz. İşte bu nedenle, birçok ülkede insan kopyalanmasını reddeden kanunlar çıkartılmıştır.
Tıbbî açıdan bir diğer sakınca, kopyalama yapıldığı zaman meselâ 50 yaşında bir insanın kopyası yapıldığı zaman, yeni doğan bebeğin şekli bebek görünümünde olsa bile, hücre yaşı 50 olmak zorundadır. Eğer o insanın ömrü 60-70 seneyse, ondan kopyalanan bebek 10-15 yaşlarında ölecektir. Nitekim, İskoçya’da kopyalanan Dolly adlı koyun, annesinden evvel ölmüştür.
Dünyada henüz gerçekleşmemiş bu menhus fikrin sakıncaları kuşkusuz bunlarla sınırlı değildir. İnsan kopyalanması meselesi, hukuk alanından ahlâka, din alanından tabiata kadar pek çok alanda pek çok problemi beraberinde getirir. Zira, İslâm’ın kutsal saydığı aile kurumuna zarar verecek, özel hayatın gizliliği ilkesi ihlal edilecek, Allah’ın yarattığı biyolojik çeşitliliğe ve tabiattaki dengeye müdahale olacak, İslâm’ın üzerinde hassasiyetle durduğu nesep meselesine zarar verecektir.
Söz gelimi, bir insanın kopyası, o insanın çocuğu mu, kardeşi mi, ikizi mi, yoksa kendisi gibi anne babasının çocuğu mu sayılacaktır? Bir kopyanın yasalar önündeki hukuki hakları ne olacaktır? Bunları net bir şekilde tespit edebilmenin imkânı yoktur. Veya, insanın kendi bulaşık eliyle yapacağı bu müdahale, Rabbin her insanı kendine özgü hususiyetleriyle yarattığı göz önüne alındığında, başka bir insanın kopyası olacak bir insan müsveddesi olmayacak mıdır? İnsanoğlu, ileriki yıllarda böyle bir kopyanın feryadına ne cevap verecektir? Her zaman yaptığı gibi Yaratıcı’yı suçlayarak bu işin içinden çıkabilecek midir? Böyle bir kopya, yaşayan insanların bencilliğinin somutlaşmış bir anıtı anlamına gelmeyecek midir?
Biyolojik tehlike ve ahlâk[/b]
BİYOLOJİK TEHLİKE, sadece kopyalama hadisesiyle sınırlı değildir. Son yıllarda biyoteknolojik imkânların artışıyla, insan üreme süreçleri üzerinde de ciddi tehlike ve riskler ortaya çıktı. Ahlâkî ve dinî kaygı taşımayan gerek bilim çevresi gerek onların ürünlerinin alıcısı durumunda olan zengin toplum kesimleri, insanın geleneksel üreme süreçlerini kökünden değiştirecek girişimlere imza atıyorlar. İngiltere’de yaşayan Pakistan kökenli Ahmet Enis’e göre, şu anda bir çocuğun doğumunda teknik olarak beş ayrı şahsın ilgisi bulunabilir. Çocuk sahibi olmak isteyen anne ve baba, kendilerinden sperm ve yumurta alınan başka bir erkek ve bir kadın, ve son olarak, doğumu gerçekleştiren bir kiralık anne. “Tedavi” gibi herkesin saygı duyacağı bir kavramın arkasına sığınılarak yürütülen bu çalışmaların, en başta aile ve nesebin temizliği üzerinde ölümcül bir etkisi olacağı kesindir. Ahmet Enis’in “üreme genelevleri” olarak isimlendirdiği sperm bankaları, toplumu toptan “gayr-i meşru” ve “veled-i zina” konumuna düşürür. Halbuki insan şeref ve soyluluğu, nesebin temizliği ve belli oluşuyla doğrudan ilgilidir.
Bu biyoteknolojilerin sağlıyor göründüğü imkânların sadece “tedavi” maksatlı kullanılacağı da inandırıcı değildir. Bugün, şöhreti ve kariyeri yüzünden çocuk doğurmak istemeyen kadınların sayısı hiç de az değildir. Bilim, ticaret ve toplumsal talep arasındaki ilişkiyi göz önüne aldığımızda, bu kadınların kendi bedenlerini yıpratmamak için en azından kiralık anne kullanımına yöneleceğini öngörmek bir kehanet sayılmaz. Peki bu kiralık anneler, çocuğu doğurdukları zaman vermek istemezlerse ne olacak? Bu işin ticarî anlaşması hangi esaslara göre yapılacak? Nasıl bir hukukî zemin oluşturulacak? Nitekim, ABD’de Mary Beth Whitehead adlı bir kiralık anne, yeni doğan çocuğu para karşılığı anlaşma yaptığı kişilere vermek istememişti. New Jersey’de uzayan mahkeme sonucunda, çocuk biyolojik babaya verilirken, Bayan Whitehead çocuğu ziyaret etme haklarına sahip olmuştu.
Nereden bakarsanız bakın, bilimin ticarileştiği günümüz dünyasında, insanın kendi bedeni ve üreme hücrelerinin bir ticaret malı haline gelmesi ve getirilmesi, ne ahlâka ne hukuka sığar. Neticesi baştan öngörülemeyen pek çok soruna yol açar. Aileyi ve toplumu büyük acılara sürükler.
Bu tabloya göre İslâm’ın din, can, akıl, nesil ve malı koruma altına aldığını ilân etmesinin ne kadar doğru olduğu görülebilir. Hakikaten her emrinde ayrı hikmetler taşıyan güzel dinimiz, insan fıtratını muhafaza konusunda (ister sebep, ister netice açısından olsun) onu bozabilecek her türlü değişiklikten uzak tutma hususunda son derece hassastır. Bunun aleyhine olabilecek girişimlere en başta Müslümanların direnç göstermesi beklenir. Bir şeyin sadece uygulanabilir olması, o şeyi meşru kılmaya yetmez. “Mümkün dairesi” her zaman kendisinden daha dar olan “meşru dairesi”nin sınırları içinde tutulmalıdır.
Sonuç olarak belirtmek gerekirse, bilimsel yeniliklere yaklaşımın, dini bir bakış açısıyla temellendirilmesi gerekir. Bu tür konulara yaklaşılırken imanî bir bakışa sahip olunmalı, bu konular din ve ilkeleri ile çelişecek biçimde sunulmamalı ve herhangi bir yargıda bulunmadan önce kamuoyu bilinçlendirmelidir. Bütün bunlar Yüce Allah'ın "Onlara, güven ve korkuya dair bir haber gelse onu yayarlar. Halbuki onu Peygambere ve aralarındaki yetkili kişilere götürselerdi, içlerinden işin iç yüzünü araştırıp çıkaranlar, onun ne olduğunu bilirlerdi. Eğer size Allah'ın lütfu ve rahmeti olmasaydı, pek azınız hariç, şeytana uyardınız." mealindeki sözüne uymanın da bir gereğidir.
Allah, insanı en güzel bir biçimde yaratmış, en büyük saygınlığı vermiş "insanı en şerefli kılmış, onların karada ve denizde gezmelerini sağlamış, temiz şeylerle onları rızıklandırmış ve onları yarattıklarının bir çoğundan üstün kılmıştır." Onu akılla süslemiş, yükümlülüğüne muhatap kabul etmekle onurlandırmış, yeryüzünde ona kendi adına yönetme ve imar yetkisi (hilafet) vermiştir. Bunlar üzerinde düşünmeye ve şükretmeye değmez mi?[/color][/size][/font][/color]