Herkesçe malum olduğu üzere İslam dini, “tevhid” ilkesi üzerine bina olmuştur. Bu ilkenin olmadığı yerde İslam dininden söz etmek mümkün değildir. Bu ilkenin zedelendiği yerde ise İslam’ın yani Allah’a teslimiyetin zedelenip sağlıksızlaşacağı aşikârdır.
Arapça “Eşhedü en la ilahe illallah” şeklinde ifade edilen tevhid cümlesi türk diline “Allah’tan başka ilah yoktur” şeklinde çevrilmiştir. Bu çeviri yanlıştır. Doğru çeviri “Allah’tan başka ilahları reddederim” şeklinde olmalıdır. Çeviri hatası cümlede geçen “la” kelimesinin “yokluk” anlamında tercüme edilmesinden kaynaklanmaktadır. Doğru tercüme “kabul etmeme, onaylamama, reddetme” şeklindedir.
Tevhid cümlesinin sağlıklı kavranabilmesi için yani sağlıklı İslamlaşma için “ilah” kavramının da doğru ve iyi anlaşılması gerekir. İlah kavramı sözlükte “yaratıcı, evrendeki tüm olayları düzenleyen” anlamlarıyla beraber “insan hakkındaki tüm tasarrufun sahibi, rızkı yani geçimliliği düzenleyen, ölüm ve hayatın sahibi” anlamlarına da gelir.
Tek ilahlı ve çok ilahlı tüm dinler yaratıcı anlamında ilah olarak Allah’ı (ilahın ismi dillere göre değişir) kabul ederler. Bu noktada İslam dini ile ortaktırlar. İslam dininin farklılığı, evrendeki işleyişin ve insan hakkındaki tüm tasarrufun (doğru-yanlış, helal-haram, rızkın taksimi, hayat-memat vs.) Allaha ait olduğu ve bu tasarruf yetkisine hiçbir şeyin ortak olmadığını kabul ile başlar.
Tevhid kelimesini söyleyen biri olarak hayatım hakkındaki tüm tasarrufu Allah’a hasrettiğimi ve bu tasarrufa ortak olmaya çalışan (ilahlığa soyunan) kişi, kurum, toplum ve devlet gibi şeyleri reddettiğimi söylemiş oluyorum. Bu benim Allah ile olan sözleşmemin temelini oluşturur. Buna aykırı hareket etmem durumunda müslümanlığım yani Allah’a teslimiyetim tartışmalı hale gelir.
Mutlak itaat, ölmek ve öldürmek gibi temelleri olan yani birey üzerinde tam bir tasarruf arz eden “zorunlu askerlik” dayatmasını kabul etmem İslamlığımla temelden çelişir. Böyle bir dayatma devlet vatan tanrı… her ne adına olursa olsun kabul etmem mümkün değildir.
Türkiye cumhuriyetinin değişmez ve değiştirilemez denilen demokratik ve laik yapısı Müslüman bireyin TC devleti ile uyumunu imkânsız kılar.
Demokratik yapı; toplumun devlet ve birey üzerinde yegâne tasarruf sahibi kılar. Yukarıda anlattığım nedenlerden ötürü bu tasarrufu kabul etmem mümkün değildir.
Kaldı ki topluma böyle bir tasarruf verilmiş de değildir. Anayasadaki değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddeler bu ülkede tasarrufun toplumda olmadığının, bunun bir aldatmaca olduğunun en açık göstergesidir. Gölgelerini tanıyabildiğimiz toplumun ve tüm kurumların üzerinde bir gücün varlığı herkesçe malumdur. Toplumun tasarrufunu kabul etmiyorken karanlık suratlı efendilerin tasarrufunu kabul etmem olanaksızdır.
Devletin laik yapısına gelince sorun ilkesellikten çok bir ahlak sorununa dönüşür. En basit tanımı ile laiklik dinin devlete, devletin dine müdahale etmemesidir. Böyle bir tanımlama çerçevesinde devlet ile uyumsuzluğum ilkeseldir. Fakat laik uygulama, dini devletin devamını sağlayabilmek için işlevsel olarak kullanmakta, bununla beraber dinin birey ve toplum içindeki işlevine müdahale etmektedir.
Devletin idamesi söz konusu olunca koyu bir dinci kesilip şehitlik, gazilik, peygamber ocağı, mehmetçik gibi dinsel kavramları kullanmaktan hiç çekinmemektedir. Devletin idame meselesi süreklilik arz eden bir şey olduğundan laik devletin dinciliği de süreklilik arz ediyor. Bu çerçevede “gayrimüslim” diye tanımlanan insanların bu coğrafyadaki nüfusları %1′lere düşürülmüştür. Bunu gerçekleştirirken uyguladığı baskılar yetmez gibi, bu insanların dinlerini anlatma ve uygulama çabalarına kirli organizasyonlarla engel olunmaktadır.
Devletin dinci yapısına uyum sağlamayan müslümanlar ise cumhuriyet kurulduğundan beri her türlü yöntem kullanılarak baskı altına alınmıştır. Uyumsuz müslümanlara karşı tecavüzkâr tavır bugüne kadar sürmüştür.
Laik devlet, dinci yapısına uygun ve de uyumlu müslümanlar üretmek ve türetmek için diyanet işleri başkanlığını oluşturmuş, camilerle, imam hatiplerle, zorunlu din dersleri ile istediği “uyumlu müslüman vatandaş tipi”ni yaygınlaştırma çabalarını sürdürmektedir.
Laik yapısı gereği dine müdahil olmaması gereken devlet, yine aynı diyanet işleri vasıtasıyla dine müdahil olmakta, camileri din hapishanesine dönüştürüp din adamlarını da buralara gardiyan tayin etmektedir.
Tüm anlattıklarım devletin laik yapısının bir kandırmacadan ibaret olduğunu, kendini laik diye tanımlayan devletin aslında dinci bir devlet olduğunu göstermektedir.
Laik devlet “uyumsuz müslümanları” mürteci, yobaz vesaire isimleriyle yaftalayıp saldırgan bir duruş sergilemektedir. Resmi dini reddedip “uyumsuz müslüman” olmayı seçerek bu yafta ve saldırganlıkların muhatabı oluyorum. Böyle iken irtica ile mücadelenin en etkin unsurlarında olan TSK’de görev alıp saf tutmam kendi değerlerime karşı saf tutmam olur.
Bu coğrafyada insanları kendi değerlerine ve yakınlarına karşı savaştıran zihniyet, TC devleti ile beraber ortaya çıkmadı. Bu zihniyetin kurduğu yeniçeri ocağı da aynı işlev için kurulmuş bir ordu idi. Hıristiyan çocukları ailelerinden zorla alınarak, bu kişilerden, bugün zorunlu eğitim ile yapıldığı gibi, Osmanlının resmi dinine uygun kişiler yaratılır. Sonra da ailelerine ve onların değerlerine karşı savaştırılırlar. Bu çerçevede bana dayatılan zorunlu askerlik hizmeti çağdaş bir yeniçeri dayatmasıdır.
Zorunlu askerlik dayatması felsefi, dinsel temellerin dışında en basit, temel insani değerlerle de çelişen bir zorbalık türüdür. Bir insan ne için öleceğine ve ne için kendini feda edeceğine karar veremiyorsa o kişiye ne kadar insan olma şansı tanınmıştır?!
Anayasa, bu zorbalığı “vatan hizmeti” şeklinde tanımlamıştır. “Vatan” denilen yer bazı efendilerin “sınırlarını çizdiğimiz bu yer senin vatanındır” dediği alan ise böyle bir tanımlamanın bende anlam olarak bir karşılığının olmadığını söylemeliyim. Bu alanın efendilerinin isminin “Tayyip, Abdullah, Mustafa” olması bu alanı benim vatanım kılmaz. Bende anlam olarak karşılığı olmayan vatan; özgürlük ve de adalet içerisinde yaşayabildiğim yerdir.
Bu sebeple ortada bir efendi olduktan sonra isminin Abdullah veya Papandreou olması bir şeyi değiştirmez. Şairin dediği gibi “Dört incilden Yuhanna’yı tercih edişim niye?”
Zorunlu askerlik hizmeti yapılması kaçınılmaz bir gereklilik olarak uygulanmamaktadır. Uygulama çoğunlukla angarya işler ve eşitsizlikler toplumu olarak devam etmektedir.
Eşitsizlik hizmetin dağıtıldığı anayasa maddesinin kanun ile düzenlenmesiyle başlamaktadır. Anayasada “her türk vatandaşı” diye bir ibare geçerken hizmeti düzenleyen kanun maddesi sadece erkeklere bir düzenleme getirmektedir. Burada kadınlar “vatandaş” olarak mı yoksa “eşit” olarak mı kabul edilmemektedir?! Eşitsizlik hizmetin erkekler arasında paylanması esnasında doruğa ulaşmaktadır. Bir üniversite mezunu (en niteliksiz olanı bile) teğmen veya kısa dönem olarak askerliğini yaparken nitelikli bir meslek erbabı ya tamamen askerlikten uzak veya mesleğinden uzak angarya işlerle er olarak kullanılmaktadır. Üniversite mezunu teğmen olarak iyi sayılabilecek ücretlerle bu hizmeti yerine getirirken meslek erbabı mesleğine uygun bir hizmette bulunsa dahi hizmetini bedavaya icra etmektedir. Beyaz yakalılar daha bir vatandaş ve daha bir eşit iken, tulumlular daha az vatandaş ve daha az eşit olarak hizmetlerini yapmaktadırlar.
Zorunlu askerlikte ısrar eden ve bunun ajitesini yapanlar hizmete alınan gençlerin hangi işlerde kullanıldığını açıkça anlatmak zorundadırlar. Mesela kaç kişinin hiç silah dahi almadan askerlik yaptığını, kaçının üç-beş mermi ile askerliğini tamamladığını, kaçının geri hizmet adı altında tamamen mesleki işlerde kullanıldığını ve kaçının bir askerin alması gereken fiziksel ve silahlı eğitimden geçirildiğini anlatmak zorundadırlar. Bahsi geçen askerlerin yerine alınacak işçiler ile kaç bin gencin boşa çıkacağı açıklanmalıdır. Bütün bu sayılara angarya bile denmeyecek işlerde kullanılan (posta, çaycı, kantinci, ot yolucu, hayvan bakıcısı…) asker sayısı eklenince ortaya çıkan rakam durumun vahametini ortaya koyar. Zorunlu askerlik hizmetinin ekonomik ve sosyo-psikolojik açıdan topluma verdiği zarar ortaya çıkar. Bütün bunlarla beraber vatan hizmeti diye sosyal çevrelerinden kopartılan bu gençlerin kendi psikolojilerine, ailelerine ve ekonomilerine verdiği zarar düşünülünce durumun vahameti acıklı bir hal almaktadır. En vahimi ise binlerce gencin gazinolar, orduevleri, tatil köyleri ve kamplarda subaylar ve yakınları için istihdam edilerek bedavaya tam bir hizmetçi olarak kullanılmasıdır bu gençler vatan hizmeti diye çağrılıp TSK seçkinlerinin hizmetinde kullanılmaktadır.
Bütün bunlar göz önüne alınınca zorunlu askerliğin halkın sırtında yük olduğu anlaşılmaktadır. Zorunlu askerlik miadını bitirmiş, profesyonel askerlik kendini dayatmıştır.
TC devletinin temel ilkelerinden olan “hukukun üstünlüğü” ve “adalet mülkün temelidir” ilkelerinin fikriyatta ve pratikte bir karşılığı olabilseydi, yukarda sayılan bütün zulüm, zorbalık ve adaletsizlikler yaşanmayacak, münferit eylemler düzeyinde kalacaktı.
Bu ilkeleri sağlıklı bir zemine oturtacak iki ana kurum vardır. Biri parlamento diğeri mahkemelerdir.
Parlamentonun hukuka uygun yasalar çıkarması gerekir. Fakat parlamentonun maddi ve manevi iklimi bunun için yeterli değildir. Parlamentonun gücü, bazı insani enstrümanları kullanabilme hakkını hukuka uygun bir şekilde düzenlemekten öte değildir. Zihnin manevi yapısı, yasaların hukuka uygunluğu kavramına yabancı iken, hukukun üstünlüğünden söz etmek “sözde hukukun üstünlüğü” şeklinde mümkündür.
Parlamentoca yapılan ceza kanunlarında, mağdurun şikâyetinin, mütecavizin alacağı ceza üzerinde etkisi “devede kulak” kadardır. Aynı şekilde mağdurun mütecaviz kişiyi affı da kayda alınmamaktadır. Aynı parlamento hak sahibi kendisiymiş gibi mütecavizleri mağdura hiç sormadan bağışlayabilmektedir. Yine aynı parlamento devlete karşı işlenen suçlarda hiçbir şekilde af yoluna gitmemektedir. Doğru davranış devlete karşı işlenen suçları affetmek şeklinde iken tam tersi uygulanmaktadır. Bu örnekten anlaşılacağı üzere ortada hukukun üstünlüğü değil devletçiliğin üstünlüğü vardır.
Mahkemelere yani adaleti tesis edecek yerlere gelince iş artık kaosa dönüşüp, adalet sözde bile değil, duvardaki bir süsleme olarak yaşamaktadır. Bunun birinci nedeni yukarda bahsedilen zihniyetin mahkemeler üzerindeki etkisi ve yansımasıdır.
1. Duruşma salonlarının savunma ve iddia makamları için eşit düzenlenmemiş olması adaletin daha baştan bu salonlarda gerçekleşmeyeceğinin işaretidir. Yıllarca sürüp bir türlü neticelendirilemeyen davalar mevcut dava sayısının büyük çoğunluğunu oluşturmaktadır. Çeşitli bahanelerle yılarca süren davalarda hangi adalet sağlanabilir.
2. Mahkeme başkanlarının yasalara-devlete olan bağlılığı hukuka olan bağlılığını bastırdığından birey ve devletin yararlarının çakıştığı yerde netice genellikle devlet lehine sonuçlanmaktadır. Bugün on binlerce çocuk cezaevlerinde örgüt üyesi olmak ya da yardım ve yataklıktan yatmaktadır. İğneyi kendine çuvaldızı başkasına batıran başbakanın “one minute” çektiği israil’in on katı kadar çocuk türkiye hapishanelerinde yatmaktadır. Bu çocuklar; katillerin, tecavüzcülerin aldığı kadar ceza almaktadır. Devlete bir taş at, vatandaşı öldürmek kadar ceza al… Bu durum mülkün yani devletin temelinin adalet ile tesis edilmediğinin; ancak mülkün mahkemeler eliyle yapılan zulümler ile devamının sağlanmadığının göstergesidir.
3. Devletin üstünlüğüne inanan zihniyetin parlamento başkanı, Dağlıca’da esir alınan askerlerin serbest bırakılmasına “sevinemezken” bu zihniyetin adliyedeki tecellisi “niye ölmedin” gerekçesiyle cezalandırılması şeklinde olmuştur.
Dağlıca’daki askerlerin komutanı ödüllendirilmiş, Adana askeri cezaevinde işkence ile öldürülen erin faturası da erlere kesilmiştir. En son olarak sözde “hayata dönüş operasyonlarında” öldürülen onlarca mahkûmun yıllarca süren takibatının ardından hazırlanan iddianamede tek suçlu yine erler olmuştur. Mahkemeler, devletin toplum üzerindeki baskı rejiminin bir aygıtı durumuna gelmiştir. Benim tutuklanma gerekçem olan “askeri disiplinin tesisi” gerekçesi daha doğru bir ifade ile toplum üzerine uygulanan baskı rejiminin tesisi olsaydı kanunda daha samimi ve tutarlı bir gerekçe olurdu.
Bu mahkemeler beni en temel ve en doğru insani eylemimden dolayı yargılamaktadır. Bu mahkemelerden hiçbir zaman adil karar beklemiş değilim. Moda tabiriyle “adalete güvenmiyorum”. Yine de yapılacak yargılamanın en ilkel devlette bile olan yasalar ile yargılanmam gerektiğini düşünüyorum. Eğer mahkeme yaptığı işe yargılama olarak bakıyor ise…
Yasal çerçevede yargılanmak için ortada eylemime uygu eylemimi suç olarak tanımlayan yasa olmayınca sistemin ne olursa olsun devamına inanan mahkeme durumdan vazife çıkararak beni yargılamaktadır. Ortada yasa olmayınca mahkemelerin soyunduğu bu iş bırakalım hukuku, en basit mantık kurallarını dahi hiçe sayarak devam etmektedir. Kimsenin nerede biteceğini bilmediği bir kısır döngüye dönüşmüştür.
Askeri mahkemelerde yargılanmaya itirazım, askerlik “askerlik şubesinde başlar” gerekçesiyle reddedilmiştir. Benim şubeye zorla getirilmiş olmam ve getirilmeden önce durumu dilekçeyle askerlik şubesine bildirmiş olmam mahkemece göz önüne alınmamıştır. Asker kişi olmayı reddetmem yasal olarak suç olmayınca elbise giymeme, yanaşık düzen eğitimini reddetme diye iki emre itaatsizlik suçu işlediğim kanısıyla tutuklandım. Mahkeme geçen zaman içinde ortaya çıkan garabeti çözme gayretiyle “hizmetten sıyrılmak için emre itaatsizlikte ısrar” diye bir madde bulup yargılamaya bu madde ile devam ettiler. Bahse konu maddede hizmet kelimesi geçtiğinden olacak ki garabetin ortadan kalkacağı düşünülmüş olmalı.
Her şeyden önce mahkemeye “böyle bir suçu işlemek mümkün mü” ve “daha önce bu maddeden kimse ceza aldı mı” diye sormak istiyorum. Çünkü böyle bir suçu işlemek imkânsıza yakın bir olasılıkla mümkündür. Eğer hizmet kelimesinden kasıt -askerlik hizmetinin kendisi ise bu suç işlenemez.
Bu maddenin anlamını açtığımız zaman kişinin sıyrılması yani paçayı yırtması, askerlik hizmetini kabul ediyor görünüp hizmete müteallik emri yerine getirmeyip amiyane ifade ile bu itaatsizliğini dümen tutuyor olması gerekir. Benim tavrım hizmet için çağrıldığım andan itibaren nettir. Bir şeyleri bir şeylere set koyduğum ya da dümen tuttuğum gibi bir durum söz konusu değildir. Zorunlu askerlik dayatmasına itaat etmeyeceğimi net bir şekilde söyledim. Ortada “karakolda doğru söyler, mahkemede şaşar” durumu da yoktur. Karakollarınızda ne söylediysem birliğinizde de mahkemenizde de aynı şeyi söyledim.
Benim bu madde ile yargılanmam “her türk asker doğar” felsefesinin gereği bir çıkarım ise yargılama belli bir mantığa oturabilir. Her türkün asker değil bebek olarak doğduğunu düşünüyorum. Yine de bir türk olmadığımın, kürt olduğumdan dolayı bu mantık kurgusunun da yanlış olduğunun bilinmesini isterim.
Mahkeme bu dayanaksız yargılamayı tutuklama-firar durumuna düşürme-tekrar tutuklama sonra filmi tekrar başa sardırma işkencesinin faili durumuna düşmüştür.
Son söz olarak “Rabbim Allah’tır” diyen birisi olarak okullarında, camilerinde adliyelerinde, kışlalarında kötülüğü ve karanlığı örgütleyen; şeytanizmin bu topraklardaki yüzü olan bu devletin herhangi bir kurumunda gönüllü veya zorunlu olarak yer almayı reddediyorum. Bana, insanlığıma, İslamlığıma yakışan böyle davranmaktır. Sistemin bekçileri ve hamileri de kendilerine yakışanı yapsınlar. İyi son, yaptığı işte Allah’ı hesaplayanlarındır.