Başını öne eğdi. Gözlerinin dolduğunu görmemi istemiyordu.
Kısık ve boğuk bir sesle:
Kahvaltımı duvardaki pahalı tablolara bakarak yapmak istemiyorum, dedi.
Yanımda bakıcım değil, annem-babam olsun istiyorum.
Sustu. Zaten çok konuşmazdı.
Zekiydi, ama bir o kadar da sessiz ve içine kapanık.
Zayıf, ama arkadaşlarının alaylarına sabırla katlanacak kadar olgun.
Anne-babası zengindi, daha o uyanmadan işe koşup gece geç vakit eve dönecek kadar çok çalışıyorlardı. Onlara sorarsanız, her şey tek çocukları içindi. O gözbebekleriydi.
Gündüz gözüyle görmedikleri bir gözbebek! Gözbebekleri sık sık ıslanan bir gözbebek!
Veli toplantısı. Annesi, yanında oğlunun özel öğretmeniyle birlikte en ön sırada.
Çok dikkatli ve ilgili.
Dinliyor, not alıyor.
Toplantı sonrasında, bir köşede bu ilgili anneyle konuşuyorum.
O, zekî bir çocuk, ama yeterince yoğunlaşamıyor, sanırım daha fazla sevgi ve şefkate ihtiyaç duyuyor, diyorum.
Ders çalışmaması, sizi yeterince göremeyişinin bir sonucu. Kimbilir belki de bir çeşit intikam…
Genç ve bakımlı kadın geriliyor.
Gardını alıyor.
Kimbilir kaçıncı kez duyduğum sözler çıkıyor ağzından.
Biz ne yapıyorsak, çocuğumuz için yapıyoruz. Özel okula gönderiyoruz, bir dediğini iki etmiyoruz, bilgisayarı var, interneti var, yurtdışında tatil yapıyor…
Bir de edasının söyledikleri.
Kalksın, otursun şükretsin.
Hangi çocuk bu kadar nimeti bulabiliyor bu zamanda
Bu bizim hayat tarzımız.
Hiç kusura bakmayın, bu hayat tarzından taviz vermeyiz.
Ağzından değil, ama halinden çıkıyor bu sözler.
Anlıyorum, diyorum, aslında anlamadığımı söyleyemiyorum.
Siz en iyisi bir de psikologa rehber arkadaşla görüşün. Bakalım o ne diyor.
Bir de diyemediklerim var.
Oğlunuzun doya doya ağlamaya ihtiyacı var, ama yüzünü sizin sinenize yaslayarak.
Onun için ne yaptığınız onu hiç mi hiç ilgilendirmiyor.
O onunla birlikte ne yaptığınıza bakıyor. Haklı da.
Ama, diyemiyorum.
Babayı hiç soramıyorum. O nerede? Haftada kaç saat geçiriyor oğlu babasıyla? Hayalci bir soru. Babasını haftada kaç kez görebiliyor? Siz çok zenginsiniz.
Ancak oğlunuz fakirliğin en kötüsünü yaşıyor: Duygusal fakirliği.
Seneler sonra, şimdi, söylemem gerektiği halde söyleyemeyeceğim bir şey daha geliyor aklıma: Hanımefendi, siz çocuğunuzu yetim ve öksüz bırakıyorsunuz, farkında değil misiniz?
Yetimin resmini çizebilseydim kalemimden hüzünlü bir çift göz dökülürdü kâğıda.
O zenginlik içinde duygusal fakirliği, anne-babası olduğu halde duygusal yetimliği yaşayan o öğrencinin gözleri. Ağlayan değil, ağlayamayan gözler.
Dolu, ağlamaya hazır, ama ağlayacağı bir sine bulamayan bir çift göz...
Baba, sadece ekmek parası için yaratılmış değil. O, çocuğuna hem maddeten, hem manen kol-kanat germek için var.
Hayat boyu ona yol gösterecek hayat ilkelerini şefkatle öğretmek için var.
Aynı odanın içinde soluk alırken bile çocuklarına güç ve dayanak noktası olmak için var.
Yetim, şefkatin ve himayenin simgesi babadan mahrum olduğu için yetim.
Yetim bu kol-kanattan, bu öğretmenden, bu dayanak noktasından mahrum olduğu için yetim. Korunmasız, zayıf ve ezik.
Herkesten fazla şefkate ve ilgiye lâyık. O yüzden, hem Kur’ân, hem Peygamberimiz (asm) yetimlere şefkatle muamele etmemizi emrediyor.
Sizce, o öğrencim de “mânen yetim” sayılmaz mı?
Sizce de, kim bilir kaç çocuk babası hayatta olsa da mânen yetim değil mi?
Kaç çocuk, babası hayatta olsa bile, ondan çok uzaklarda değil mi? “Söylersem, babam sana gösterir” celâllenmesine cesaret edemeyen, baba şefkati ve kuvvetini arkasında hissedemeyen kaç çocuk var?
Mânen yetimlerin sayısı belki de kat kat fazla.
Şehirlerde kaç çocuk, kreş ve anaokulu köşelerinde sahte ilgi ve şefkatlerle avutuluyor dersiniz? Sabah o uyanmadan evden kaçan, gece o çoktan uyuduktan sonra eve dönen, işine gösterdiği özen ve ilginin onda birini çocuğuna göstermeyen kaç baba, çocuklarını mânen yetim bıraktığının farkında? Ne dersiniz?
...ALINTIDIR...