Hâlid b. Zeyd Ebû Eyyûbi’l-Ensârî (r.a.), Resûlüllah Efendimizin (s.a.v.) şöyle buyurduğunu haber veriyor:
“Ümmetim, akşam namazını, iştibâkü’n-nücûm’a tehir etmediği sürece fıtrat (sünnet) üzere devam eder.”(1)
Mâlumdur ki hayatın sermayesi zaman... Hayatı ve zamanı değerli kılan ibâdetlerimiz... Onların değeri de vaktinde-zamanında yerine getirilmeleriyledir. Zira her namazın belirli bir vakti vardır. Yine her vaktin de âit olduğu namazın edâsı yönünden müstehap (daha kıymetli) olan bir kısmı mevcuttur. Nitekim Nakşibendi Silsilesi Müceddidîn kolunun sonuncu ve otuz üçüncü halkasını teşkil eden Süleyman Efendi (k.s.) hazretleri, bir sohbetlerinde bu hususu şöyle ifade etmişlerdir:
“Vaktinde kılınan namazda, Cemâl-i İlahî, rızâ-i İlahî ve mağfiret-i İlahî vardır. Geç kılınan namazda, bunlar birer birer kaybolup sadece mağfiret-i İlahî kalır.”
Hadîs-i şerifte, akşam namazı için bu “daha kıymetli” kısmın, güneşin batışını tâkip eden ilk yarım saatlik zaman dilimi olduğuna işaret edilmektedir. Halkımız da bu hususu, “Akşamın vakti tez geçer” sözüyle ifade etmiştir.
Akşam namazının vaktinin böyle olduğunu, öteki namazların aksine, farzının önce kılınmasından da anlamaktayız.
Yukarıda hadîs-i şerifte geçen “iştibâk” kelimesi, ortaya çıkmak, iyice gözükmek mânâlarına gelmektedir. “İştibâkü’n-nücûm” ise, güneşin batışından sonraki gökyüzünde yıldızların kum gibi birbirine girmiş bir surette görünür hâle gelmesini ifade eder.
Akşam namazının edâsı yönünden mühim olduğu içindir ki, eskiden takvimlerde “iştibâkü’n-nücûm” belirtilirdi. Çünkü özürsüz olarak akşam namazını iştibâk vaktinden sonraya bırakmak mekruhtur. (2)
Teknik ifadesiyle “iştibâkü’n-nücûm” hâdisesi, güneşin ufkun altında 10 derece inhitat etmesiyle (alçalmasıyla) gerçekleşir. Ancak güneşin bir yerde bu 10 derecelik mesafeyi katetmesi için, senenin her gününde sarf edeceği zaman miktarı aynı değildir. Bu sebeple “İştibâkü’n-nücûm” hâdisesi her yerde aynı zamanda meydana gelmez. (3) Bu sebeple akşam namazını vaktin ilk 35-40 dakikalık bölümünde eda etmeye gayret etmek gerekir.
Dinî kitaplarımızın oruçla alâkalı kısımlarında, geçmiş ümmetlerin akşam vaktine yeterince riâyet etmedikleri kaydedilmektedir. Hadîs-i şerifte de, öteki ümmetlere benzememek ve sünnet üzere devam etmek açısından, Ümmet-i Muhammed’in bu noktaya iyice dikkat etmesi istenmektedir.
Müsned ve Müstedrek isimli hadîs kitaplarında işaret edildiğine göre, yukarıda zikri geçen hadîs-i şerifin râvisi Ebû Eyyûbi’l-Ensârî (r.a.) hazretleri, cihad için Mısır’da bulunuyordu. Bir gün Mısır Vâlisi Ukbe bin Âmir (r.a.) akşam namazını biraz geç kıldırdı. Bunun üzerine Ebû Eyyûb hazretleri:
- Bu ne hâldir ey Ukbe?! deyince, Ukbe (r.a.):
- Meşguldüm, diye cevap verdi. Bu defa Ebû Eyyûb (r.a.):
- Senin bu hareketini, insanların, “Resûlüllah’tan (s.a.v.) böyle görmüştür” diye değerlendirmelerinden korkuyorum. Halbuki Resûlüllah (s.a.v.), “Akşam namazını, yıldızların gökte gözüktüğü âna tehir etmedikleri sürece ümmetim, hayır -başka bir rivâyette sünnet- üzere devam eder” buyurmuştur, dedi.
Ebû Eyyûbi’l-Ensârî’nin (r.a.) bir başka rivâyetinde ise, “Resûlüllah’ın (s.a.v.) Güneş batar batmaz akşam namazını kılınız, yıldızların doğumuna bırakmayınız” buyurduğu yer almaktadır.
Bütün bunlardan anlaşılmaktadır ki, akşam namazına karşı gösterilecek tembellik; Müslümanlar’ı yavaş yavaş sünnet ve hayır yolundan ayıracaktır! Namazın, müstehap olan vaktinden geciktirilmesi böyle bir neticeye sebep olursa, hiç kılınmamasının nasıl bir sonuca götüreceği çok iyi düşünülmelidir...
Öte yandan hadîs-i şerifte, ashâb-ı kirâmın ibâdetlerle alâkalı hususlarda gösterdiği fevkalâde hassâsiyete ve bu hassâsiyetin de, “Resûlüllah’tan öyle görüldüğünün sanılması...” gibi, çok mühim bir esbâb-ı mûcibesine şâhit olmaktayız. Böyle bir durum ise; hataların, ihmâllerin, sünnetten ayrılışların sünnet olarak değerlendirilmesi gibi, son derece tehlikeli ve izâhı da bir o kadar zor bir meselenin ortaya çıkması demektir. O bakımdan buna, valilik görevinde bulunan bir sahâbînin “devlet işleriyle meşguliyeti” dahi sebep olsa, musâmaha gösterilmiyor. Ebû Eyyûbi’l-Ensârî’nin (r.a.) endişesi ve îkâzı bunu göstermektedir ki, çok mânidardır.
O halde toplumda, “bir şeyler bildiklerine” inanılan, ilmî tâbiriyle “muktedâ bih” kabul edilen (peşinden gidilen) kişiler, hareketlerine daha çok dikkat etmelidirler. Aksi halde, âmiyane tabirle, “kitapta böyle görmüştür” değerlendirmesine tâbi tutulabilecek şahsî kusurlardan doğan kötü neticelerin ağır vebâli, bu kanaate varanlardan ziyade, buna sebep olanların omuzlarında olacaktır.
Bu hususa, bilhassa Ramazan aylarında çok dikkat etmek gerekiyor. Bazen iftar sofralarında yeme-içme faslı o kadar uzuyor ki, neredeyse yatsı vaktine ramak kala akşam namazları eda ediliyor. O bakımdan eğer yemek işi, akşam namazı müstehap olan vaktinde eda edilebilecek şekilde düzenlenemeyecekse, en münasip davranış, iftarı edip namazı kılmak ve sonra da yemeğe devam etmektir.
DİPNOTLAR
(1) Ebû Dâvud, Sünen, Salât, 6.
(2) Nimet-i İslâm, Mehmed Zihnî Efendi., Kitâbü’s-Salât, 31.
(3) Pakalın, Mehmet Zeki, Tarih Deyimleri ve Terimleri, M.E.B. Devlet Kitaplığı, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1983, 2, 103-104.